Çocukluğumda
en hoşumuza giden şey kışları yapılan köy odası toplantılarında yaşlıların
askerlik anılarını dinlemeydi.
Bunların
daha sonra altın değerinde olacağını bilemediğimiz için onları sadece yaşanmış
masallar olarak dinledik. Değerini anladığımız zaman da anlatanlar bu dünyada
değillerdi. Ben 6-10 yaşlarımda olduğumda bu öyküleri anlatanlar en az 50
yaşlarındaydılar. Ne kadarının doğru ne kadarının abartı ne kadarının başka bir
öyküden aşırma olduğunu hiçbir zaman anlayamadık.
Köyde uzun
süre askerlik yapmış çok sayıda insan vardı. Görmediğim, ana tarafımdan dedem
(Emin efendi) 14 yıl askerlik yapmış; giderken hamile olan eşinden Doğan dayım,
bıyıkları terlemiş bir durumda ilk defa babasının askerlik dönüşünde elini öpme
şansını yakalamış ve ilk defa babasını (çünkü askere giderken fotoğrafı da
bulunmuyormuş) karşılama sırasında görmüş.
Bizim
anılarını dinlediklerimiz belli ki buzdağının sadece görünür kısmıydı; bir
devrin acı öyküsünün bir damlası bile değildi. Belli ki çok sayıda komşumuz
harbe gitmiş, gidiş o gidiş, hiçbir haber alınamamış; bir kısmının şehit
düştüğüne ilişkin duyumlar olmuş. Bunların sadece adları geçer, Allah rahmet
etsin denirdi ve çoğunlukla da ne babayiğit ya da ne yakışıklı bir çocuktu
denerek anılara geçilirdi. Ölenlerin dili olmadığı için aslında neler
yaşandığını hiç kimse tam olarak bilemeyecek. Gençliğini yaşamadan ölenlerin
duygularını ve heba olan yaşamlarını algılayabilseydik, belli ki dünyanın
durumu böyle olmazdı. Ne yazık ki düşünce dünyamız, gemisini karaya
çıkaranların öyküsüyle örülü…
Kasabamızda
“Ocak” diye bir köy var; köyün meydanına Atatürk heykeli ile birlikte bir köşe
yapılmış; bu köşede “Milli kurtuluş savaşına bu köyden 75 kişi katıldı; ancak
2’si geri dönebildi” diye yazılı. Cumhuriyetin ne zorlukla kurulduğunu sadece
bu köyden bile anlayabiliriz (anlama yeteneği varsa).
Ocak köyü
şehitlik köşesi
Biz tekrar köy odasına geri dönersek, tütünler tabakadan çıkarılır elle sigara
olarak sarılır, eğer birisi yeni bir tütün almış ise tabaka elden ele
dolaşırdı. Gençler kapıya yakın ve diz üstü, yaşlı ve öyküyü anlatacaklar
sedirde başköşede otururdu. Anının en heyecanlı yerinde anlatan, “çocuklar çay
nerede kaldı, hele bir sigara tüttürelim bir fırt çay çekelim de ondan sonra
anlatmaya devam edelim” derdi. Biz çocuklar heyecan içinde bekleşirdik. Onlarca
öykü dinledim. Ne yazık ki onların bir kısmını anımsayamıyorum; bir kısmını
bölük pörçük anımsıyorum. Her biri 14-15 yıl yaşanmış bir roman ya da öykü
olabilirdi.
En hoş
anlatanlardan biri, nüktesi ve coşkusu ile bilinen Sabri (Başak) amcamızdı. İlk
cephesi Yemen’miş. Savaş (çatışma) sırasındaki anılarını çok iyi
anımsayamıyorum. Aklımda kalanlar şu kadarcıktı: kalın ve yırtık pırtık bir
kabanı varmış; akşam soyunduğunda kabanın delik deşik olan kısımlarından bazı
mermiler ve iç çamaşırından da vücudundan çıkan terin kurumuş tuzları yere
dökülürmüş. Göğsüne bağladığı “Kuran” onu mermilerden hep korumuş…
Öykünün esas
başlangıç noktası, yaptığı çatışma ve harplerle ilgili değil, komutanının “biz
bu savaşı kaybettik, dönebilirseniz memleketinize dönün” sözüydü. Sabri Amcaya
göre binlerce asker, üzerlerinde yırtık pırtık askeri elbiseler, ayaklarında
yırtık pırtık yamalı ayakkabılar ile çöllere düştüler.
Çoğunun
cebinde bir mecidiye yoktu, ortalıkta binilecek deve hariç araç yoktu, yol
gösteren yoktu, dil yoktu, okuma yazma yoktu; en kötüsü Araplara hatta kendi
mümindaşlarına ve vatandaşlarına bile güven yoktu. Bu kargaşalıkta en güvenilir
kişiler olsa olsa kendi kasabasının hemşerileri olabilirdi. Böylece Sabri Amca
iki hemşerisini bularak yola koyulmuş. Askere gelirken aileleri ne olur ne
olmaz diye altın paralar vermişler. Güven olmadığı için bu paraların çoğunu
yırtık pırtık kaputlarının en olmaz yerlerine dikmişler. Böylece yola
koyulmuşlar. Geceleri yol alıyorlarmış. Çünkü sıcaklık Sabri Amcaya göre taşa
yumurta kırıp yiyecek kadar sıcakmış. Ancak en büyük tehlike yağmacı
Araplarmış; hiç acıma duyguları olmayan her türlü cinayeti işleyebilen bu
güruh, gruplar halinde çöllerde dolaşıp geleni geçeni soyup, öldürüyormuş.
Bu nedenle
en güvenli yol, gündüzleri bulabilirlerse bir taşın kovuğuna kafalarını sokup
saklanma-dinlenme, geceleri yol almaymış. Ancak akrep başta olmak üzere birçok
sokucu, zehirli ve yırtıcı hayvan da günün sıcağından korunmak için bu kuytu
yerlere sığınıyormuş. Kana kana su içme söz konusu değilmiş. Bu nedenle
içtikleri sularda küçük solucanların, sülüklerin ve bin bir çeşit hayvanın boğazlarına
kaçmasını önlemek için yanlarında (başörtülerinin içinde) hep bir bez ya da
tülbent parçası taşıyorlarmış. Yol boyunca doğada karınlarını doyurmaları,
komanda eğitiminde verilenlerden daha beter olduğu anlaşılıyor; taş ve toprağın
dışında her şeyi yemişler.
Epeyi bir gün yol aldıktan sonra bir gün kumların arkasından bazı karartılar
peyda olmuş. Yanlarında kamaları, sırtlarında tüfekleri olan, duruşlarından her
birinin bir katil olduğu anlaşılan, deveye binmiş soyguncu Araplar yanlarına
gelmişler.
Sabri Amca
her defasında o günleri yaşıyormuşçasına devam ederdi: aşağı inen Bedeviler,
bizim sağımıza solumuza vurarak yere yatırıp, ceplerimizi karıştırıp hemen
kullanacağımız altınlarımızı alırken, yarım yırtık Arapçamız ile şef olduğunu
düşündüğümüz birinin “elbiselerini de yırtın diye bağırdığını” duyduk. Eyvah
paramızın hepsi gitti diye düşündük. Hâlbuki bu yerlerde altın candan bile daha
değerli olmuştu. Tam üzerimize çullanırken uzakta bir tepenin üzerinden bir
devenin üzerinde duran bir kişinin anladığımız kadarıyla “çabuk orayı terk
edin” diye bağırdığını duyduk. Böylece altın dikili kaputlarımızı kurtardık.
Herhalde rakip ya da düşman bir çete onlara yaklaşıyor olmalıydı…artık hiçbir
şey güvenli değildi; üzerimizdeki elbiseler bile… ancak bizi yolun sonuna
götürecek tek araç üzerimizdeki altınlardı; ancak onlar da güvende değildi.
Aklımıza dâhiyane bir fikir geldi: altınları yutacaktık. İlk yutuşumuz acılı ve
zor oldu. Ancak yutmadan daha zoru çıkarmaydı.
Bize bir iş
daha çıkmıştı: altınları yutma, abdeste çıktığımızda elimizde değnek dışkımızı
karıştırıp altınları yeniden bulmaydı. Böylece altınları güvenceye almıştık.
Ancak tekrar onları yutma kolay olmuyordu. Her defasında onları yıkamak ve
temizlemek zor oluyordu. Çünkü zaman zaman içecek su bile bulamıyorduk. Nereden
bilebilirdim, bu yutma ve tekrar bulma işlemini daha 1,5 sene yapacağımı...
Ayakkabılarımız sıfırı tüketmişti. Rastladığımız cesetlerin kalın kaputlarından
ayaklarımıza bağ yaparak kızgın kumlarda yürüyebiliyorduk. Yemen’de komutanlarımız
kuma ya da toprağa oturmayı yasaklamıştı. Yani anlayacağınız yer bile bize
yasaklanmıştı. Çünkü ishal (herhalde kolera) çok yaygındı ve topraktan insana
geçiyordu. İlaç, hekim hak getire, kurtulmak için bol su içmek gerekiyordu;
içilecek su altın kadar değerliydi. Birçok arkadaşımızı bu ishal yüzünden çöl
kumlarına gömmüştük. Bu nedenle önümüze çıkan her hangi bir şeye el vurmaktan
korkuyor, bir yere oturup dinlenmekten çekiniyorduk.
Bit ve pire
askerlik arkadaşımız olmuştu. Çok seyrek olarak (birkaç ayda bir) çamaşırımızı
bir kazana koyup kaynatıyorsak bitlerden kurtulmuş olarak birkaç gün kaşınmadan
yatabiliyorduk. Bazen bitler o kadar yoğunlaşıyordu ki iki tırnağımızla onları
ezmekten yoruluyor, çamaşırlarımızın dikiş yerlerini düz bir taşa yatırıp,
başka bir düz taşla bastırarak onları ezmeye çalışıyorduk. Pençe haline dönen
tırnaklarımıza baktıkça, bir makasın ya da tırnak makasının ne büyük bir nimet
olduğunu anladık. Yüzümüz güneş yanığından kabuk bağlamıştı. Çatlayan
dudaklarımız nedeniyle halimize bile gülemez olmuştuk. Güneş batarken bir
kenara çekilip içten içe ağlama hepimizin ortak yanı olmuştu.
Hayalimiz
memleketimize ulaşıp buz gibi akan kaynaklardan su içmek, Fırat’a girip
serinlemek; ailemizle bir sofraya oturup yemek yemekti. Rastladığımız Araplara
memleketimizin akan sularını anlattığımızda, bize her halde çölde aklımızı
yitirmiş insanlar olarak bakıyor ve “galiba siz cenneti anlatıyorsunuz”
diyorlardı.
Hepimizin
memleketten ayrılırken bin bir sorunu vardı: evlenme derdi, çocuk derdi, geçim
derdi, yaşlı ana babanın bakım derdi, bağların sulanması, kazılması,
gübrelenmesi derdi ve benzer yüzlercesi. Eğer geride kardeşiniz ya da gücü
kuvveti yerinde olmayan biri varsa, derdiniz var demekti; ananız, karınız, kız
kardeşiniz bu yükü üstlenmek zorundaydı. Olan erkek kardeşlerimiz de bir türlü
haber alamadığımız başka cephelerde bu memleket için vuruşuyordu.
Bir gün yol
arkadaşlarımızdan birinin koluna bir soba borusu takarak geldiğini gördük.
Yanaştı, sorduk. Yahu bu kızgın çölde bu boru neyin nesi? Arkadaşlar ayrılırken
evimizde karım, “kış geliyor sobayı kur da git” dedi; sobayı kurarken bir boru
eksik kalmıştı; şurada harabeye dönmüş bir yerleşim yeri var, orada işe yarar
bu soba borusunu buldum; memleketime, eşime götüreceğim. Bu çölün asker
hediyesi bir soba borusuna kadar düşmüştü…
Günler,
aylar geçti; yol bitmedi. Sonunda yolumuz Filistin’de bir vadiye (herhalde Şeria
vadisi) düştü. Açlıktan bitap düşmüştük. Bir ara et kokusu aldık, oraya
yöneldik. Bir barakada bir saçta et kavurup askerlere satılıyordu. Biz de
karnımızı doyurduk. Ancak karnımızı iyice doyurmuş olmalıyız ki, daha önce
açlık ve susuzluktan birkaç günde hatta bir haftada dışkılarken, şimdi iyice
bizi sıkıştırmıştı. Ancak bizim farklı bir derdimiz vardı. Biz bokumuzu iyice
karıştırıyorduk. Bu nedenle uzak bir yere gitmemiz gerekiyordu. Epeyi açıldık,
harabe gibi bir yere girdik. O ne? Orada üzerinde asker elbisesi olan, sağı
solu bıçakla kesilmiş, kaba eti alınmış insanlar gördük. Önce şaşırdık; ancak
daha sonra aklımıza dank etti. Biraz önce yediğimiz etler, arkadaşlarımızdı.
Öğürerek tekrar çöle düştük.
Günlerce
gittik, ne bulursak yedik; neredeyse dışkımızı yiyecek hale düştük. Bir
yerlerde yiyecek ot bile bulamamıştık; yerlerde at dışkılarına rastladık;
herhalde bizden önce bir atlı grup geçmiş olmalıydı. Allahtan bu atların içinde
bazıları çok yaşlanmış ve diş yapıları bozulmuş olmalı ki, yedikleri arpayı pek
öğütememişler ve sindirememişler. Dışkılarını karıştırıp bu sindirilemeyen
arpaları seçmek bizim için lüks olmasa da iyi bir öğün olmuştu. Sonunda bizim
gibi dönüş yolunda perişan bir takım asker gördük. Nereye dedik? Memlekete
dediler. Niye böyle panik içinde kaçıyorsunuz diye sorduk. İngilizler iki
kulağa (Osmanlı askeri kulağına) bir sterlin veriyorlarmış. Canımız tehlikede
olduğu için kaçıyoruz. Biz bu haberi de duyunca iyice panikledik.
Bir konaklama yerinde bir deveciyle karşılaştık. Bize belirli bir para
karşılığı bizi Kûfe’ye götürebileceğini söyledi. Aslında Şam ve Halep’e
ulaşabilirsek kurtulma şansımız olacağını düşünüyorduk. Ancak bu yolda geriye
dönen çok insan vardı. Bu nedenle hiç güvenli bir yol değildi. Biraz daha
dolambaçlı; ancak güvenli olabileceğini düşündüğümüz Kûfe yolu daha akıllıca
geldi. Deveciyle anlaştık, yola koyulduk. Ancak gücümüz tükenmişti. Çoğunluk
geceleri yol alıyorduk. Ama bu seferki çöl aşağıdaki kumlu çöle benzemiyordu;
daha çok kayalık bir çöldü. Geceleri içimizi ürküten korkunç sesler ve
çatırtılar geliyordu. Bedevi bu sesleri çöl hayaletinin çıkardığını söylüyordu.
Bir taraftan
çölden gelen sesler bir taraftan sivri kayaların hayalet gibi uzayan gölgeleri
tarifi mümkün olmayan korkulara neden oluyordu. Gündüzleri sanki ateş yağıyor,
geceleri dişlerimize mızıka çaldıracak kadar soğuk oluyordu. Arkadaşlarımızdan
biri bir ara geldiğimiz kumlu çölü geçerken artık dayanamadı; yolda; beni
bırakın ben tükendim; anamın-babamın ellerinden benim yerime öpün; Güllü ile evlenecektim;
ona çok sevdiğimi söyleyin ve eğer kardeşim cepheden dönebilirse onunla
evlenmesini söyleyin dedi ve öldü. Onu çölün kumlarına gömdük; bir taş
bulamadık ki mezarının başına koyalım. Gözden kaybolmadan çöl rüzgârının onun
mezarını silip süpürdüğünü biliyorduk. Ben bu öykünün yazarı olarak onları
kalbimize gömdüğümüzü, ismen olmasa bile, simgesel olarak onları hep sevgi ve
hayırla anacağımızı söyleyebilirim. Cumhuriyet çocukları Cumhuriyeti kuranlara
nankörlük yapamaz…
Aylarca
orada burada dolaştık; bazen ileride tehlike olduğu söyleniyordu; gerisin geri
geldiğimiz yere dönüyor, günlerce güvenli zamanı bekliyorduk. Bu arada midemize
giren altın sayısı gittikçe azalıyordu. Zaten altın sıçmaya da alışmıştık…
Sonunda
Kûfe’ye ulaştık. İlk olarak oradan geçen büyük bir nehrin kenarına yanaştık.
İkimiz de nehrin kenarında bir taşa oturup hüngür hüngür ağlamaya başladık. Bu
nehir Fırat’tı bizim doğduğumuz kasabanın altından geçiyordu. Bu su anamızı
babamızı, kasabamızı görmüştü. Ne güzel günlerdi, bütün delikanlılar yazın
Fırat’a iner, sırtımıza tolik (su kabağı) bağlar, yüzer; su kavgası yapardık;
nehrin karşı kıyısına geçer doğal olarak yetişen üzüm ve incirleri yerdik.
Zaman zamanı tor denen ağla ya da oltayla balık avlardık. Bazen bir taşın
başına oturur, gırnata (klarnet) eşliğinde maniler okurduk; bazen arkadaşlarla
kafa çekerdik. İlkbaharda coşan Fırat’ın kenarına gider herfene (piknik)
yapardık; ağaçlara ip bağlar salıncak yapardık; çeşit çeşit yemekler yerdik.
Burada bokumuzu yer duruma düştük. Allah’ım bu suyun bir kısmını niye Arap
çöllerine akıtmadın? Hüngür hüngür suyun başında ağlarken, arkadaşım bana:
“Hakkını helal et, tanıdıklara selamlarımı söyle, ben, benim kasabamdan geçen,
anamı-babamı, sevgilimi gören bu suda ölmek istiyorum” diye kendini suya attı.
Ancak gözlerimle izleyebildim; hiçbir çırpınma hareketi görmedim diyebilirim…
artık Arap çöllerinde yalnız kalmıştım.
Yatacak yer
yoktu; çöl tehlikesi ortadan kalkmıştı; şehir eşkıyalarının korkusu başlamıştı.
Bir cami avlusunda yaşlı bir adamla karşılaştım; görmüş geçirmiş biri gibi
görünüyordu ve İstanbul’u da görmüştü. Beni evinde misafir etmeyi kabul etti.
Ancak ortada o kadar asker kaçağı, eşkıya vardı ki, kimse kimseye güvenmiyordu.
Bu nedenle adam beni bir odaya koydu; ancak kendilerini güvenceye almak için
kapıyı kilitlemiş. Gece iyice sıkışmıştım. Kapıya yöneldim, kilitli. Ne yapayım
diye düşündüm; çareyi uzun donumun içine yapıp pencereden dışarı atmada buldum.
Uzun donumun içine dışkımı yaptım; ancak altınlar da oradaydı; ister istemez
parmaklarımın arasında eze eze altınları buldum; tekrar öylece yuttum; donu
bağladım kimse hemen görmesin, biraz uzağa atarım diye donu biraz sallayarak
fırlattım. Ancak odanın pencereye tam ters tarafında bir büyük ayna varmış; ben
pencereye atayım derken aynadaki görüntüye atmışım. Adamın odasının her tarafı
bok oldu. Sabahtan kapıyı açınca, beni, yer misin yemez misin dedirtene kadar
dövdüler.
Tekrar yollara düştüm. Hem yalnızdım; hem gücüm azalmıştı. Ancak memleket
kokusunu alır gibi olmuştum. Dizlerime yeniden derman gelmişti. Artık yol
oyunca bana yemek veren insanlar; bağına, bahçesine girip de hırsızlık
yapabileceğim yerler vardı. Açlıktan ölme tehlikesi neredeyse kaybolmuştu.
Sonunda kasabam Eğin’e yaklaşmıştım. Bir günlük yol kalmıştı. Yaklaşık 14
yıllık askerlik hizmetim, yaklaşık 2 yıllık memlekete dönüş hikâyem
noktalanıyordu. Arnavut Hanına girdim; buraya birkaç defa gelmiştim; benim
memleketimin, kasabamın kokusu burada vardı. Fırat da biraz ötede akıyordu;
birkaç saat önce evimizin önünden gelen suları görüyordum. Dişimi sıkıp
kasabama gidebilirdim. Ancak kendime bir çeki düzen vererek beni bekleyenlerin
karşısına çıkmak istedim. Çünkü kesilmeyen tırnaklarım neredeyse geri dönmüştü;
uzun ve dağınık saçlarım kirden korkunç bir hal almıştı. Her şeye karşın
bizimkilerin beni böyle görmesini istemiyordum.
Diğer
konuklarla birlikte çay içtik, birer sigara tüttürdük; bir şeyler yedik;
çoğunun benimkine benzer öyküsü vardı. Uyuduk. Bir ara bir sesler duydum. Gaz
feneri ışığında jandarmalar hanı basmış, asker kaçaklarını arıyorlardı.
Hepimizi kaldırdılar, teker teker kontrol ettiler; ne söyledikse kar etmedi;
çünkü bir kısmımızın terhis kâğıdı yoktu. Benim de yoktu. Çünkü komutanımız; “buradan
kurtuluş yok; kazanmamız da söz konusu değil; Yemen’de kaçın, canınızı kurtarın”
demişti. Düpedüz asker kaçağıydık. Çok yalvardım (yalvardık). Ne olur ailem
(ailelerimiz) bir günlük yolda, 14 senedir onları görmedim (görmedik); bizi
alın götürün bir gün görelim tekrar sizinle nereye isterseniz gelelim. Nuh dediler
peygamber demediler. Bizi derdest edip tekrar cephelere gönderdiler. Böylece
Çanakkale’yi de, Kafkasları da tanıdım. İki yıl da böyle geçmişti.
Gittiğimde
karımın karnında olan oğlum, geldiğimde beni bıyıklarını burmuş olarak
karşıladı. Karım, köyün muhtarına defalarca mektup yazdırmış ve bana göndermiş;
altına maniler eklemiş; hiç biri bana ulaşmamıştı. Bu manileri okuyamadım;
ancak geldikten sonra, geçim derdinden, işten güçten, yoksulluktan yüzünde
çizgileri oluşmuş, dişleri dökülmüş, saçları ağarmış fedakâr eşimin kendi
ağzından dinleyebildim; değişmeyen tek yeri bana sevgiyle bakan gözleriydi.
Bülbülün
konacak dalı da yoktur
Çok cefa çekecek hali de yoktur
Bülbül Eğin’de bir can besler
Bir gün duyarsın o can da yoktur
Bir başka mektubunda:
Gidersin, gidersin yolun düz değil
Kanatlarım
eğri, boynum düz değil
Sen,
dertlerini bana dökmüş gidersin
Benim derdim seninkinden az değil
Bunca yıl karnımda taşıdığım altınlardan bir tekini özenle hep sakladım ve
kızım Aliye’ye evlendiği gün onu çeyiz olarak taktım. O altın, bir ülkenin
ibret verici ve acı öyküsünün simgesidir.
“Bu ülkenin toprakları, özveri, acı ve manilerle yoğrulmuştur. Ona ihanet
edenler er ya da geç lanetlenir” diyerek sözünü bitirdi Sabri Amca.
Onun
anlattıklarını köy odasında; ancak kendisi gibi gidip yıllarca askerlik
yapanlar anlıyor olmalıydı; çünkü elle sarılmış kaçak tütünden yapılan
sigarayı, o anlatırken bir çekişte yarıya indirenler ancak onlar oluyordu.
Bugün yaşayıp da bu öyküleri dinleyen birkaç şanslı insandan biri benim.
Görevim, geçmişteki yaşanan öyküleri gelecekte –anlayanlara- iletmekti.
Yıllarını bu
ülkenin kurtarılmasında ve korunmasında geçirmiş bu insanlar, gazi maaşı
almadılar, şeref madalyası almadılar, bir devlet aracına karşılıksız olarak
binmediler, hiçbir bileti ve ücreti indirimli almadılar, herkes gibi sıraya
girip herkes ne ödedi ise ödemeye devam ettiler. Bir gün yakınmadılar. Osmanlı
egemenliğinde doğdular, yaşamlarının bir kısmını kurulmasına katkıları olan
Cumhuriyet döneminde geçirdiler. Cumhuriyet’in ne demek olduğunu iyi anlamış
olmalılar ki, Cumhuriyet Bayramlarında hiç kimsenin zorlaması olmadan en iyi
elbiselerini giydiler, yıkandılar, tıraş oldular, saçlarını taradılar ellerinde
Türk bayrakları kasabanın meydanına (çoğunluk Cumhuriyet Meydanları olarak
bilir) toplandılar, arkasında Türk bayrakları ve Atatürk posterleri bulunan
kürsüdeki konuşmaları (devletin oradaki en yetkili temsilcisini, belediye
başkanını, bir öğretmeni, birkaç gaziyi ve kendiliğinden kürsüye fırlayarak
içinden geldiği gibi konuşan birkaç vatandaşı ve Cumhuriyetin selameti için dua
etmek üzere çıkan bir imamı) avuçlarının içi patlarcasına alkışladılar. Kasaba
bir bayram yerine, bir şenlik yerine dönerdi. Herkes yeniden doğmuş gibi mutlu
olurdu. Bu halk Cumhuriyete böyle başladı.
Bu halk,
Milli Egemenlik Bayramı, 23 Nisan’ı da, Gençlik ve Spor Bayramı, 19 Mayıs’ı da
böyle kutladı. 23 Nisanlarda köylerde, ilkokullarda yapılan törenlere, erkenden
yapılan müsamerelere köylüler eksiksiz katılır, okunan şiirleri ve atılan
nutukları dinler; daha sonra daha geç yapılan törene katılmak üzere kasabaya
gidilir, coşkuya orada devam edilirdi. 19 Mayıs Bayramları tam bir şölendi,
izci kıyafetleri giymiş, trampetler çalan bir grup öğrencinin eşliğinde, spor
yarışmaları ve çeşitli gösteriler yapılır, halk bunları çılgınca alkışlardı.
Herkesin gözünde bir mutluluk görülür, birlikteliğin hazzı duyulur, uygarlığa,
belirli simgelerin etrafında bütünleşmeye ulaşmış olmanın gururu yaşanırdı.
Bu kadar
çekilen cefaya karşın, bu bayramların yanı sıra, bu insanların bayrağa, milli
marşa, askere, devlete içten gelen büyük bir sevgisi vardı. Okullarda milli
marşımız okunurken, kasaba adeta çakılırdı; at ve eşeklerin üzerine binmiş
insanlar bile heykel olurdu; belli ki milli marşa saygıyı eşeklere bile öğretmişlerdi.
Tüm gücümüzle, en yüksek sesimizle okuduğumuz istiklal marşı dağlarda yansırdı.
Günümüzde bu kutsal görevi internetten indirilmiş mp3’ler yapıyor.
Evlenmede,
düğünlerde, gelin götürmede, her türlü törende, askere gidip gelmelerde hatta
yapım aşamasında bir evin çatısı bittiğinde çatıya bayrak asma içten gelen bir
gelenekti. Jandarma köylülere sık sık eziyet etmesine karşın, köye gelen
askerler içten gelen duygularla tören havasında karşılanır gerekli ikramlar
yapılırdı. Nereden nereye geldik? Milli Marşımız birçok ilde okunmaz duruma
düştü; okunduğu illerde de vızıltı gibi görülmeye başlandı.
Bayrağımızın
asılması kışkırtıcı bir eylem olarak görüldü; birçok yerde asılması güvenlik
güçlerince önlendi ya da yasaklandı. Bayrak asılırken ve indirilirken kural
olarak kurumun önemli kişileri hazır bulunurdu.
Cumhuriyet
Bayramı bütünlüğün, millet olmanın, uygarlaşmanın bayramı olarak da kutlanırdı.
1928 yılında küçük bir kasabada (Kemaliye’de) çoğu esnafın bu bayrama en güzel
giysileri ile katılması bunun en güzel örneğidir. Nereden nereye geldik…
Bayrakları
resmi tatillerde devlet kapısına bekçilerin astığı ve indirdiği bir döneme
girdik. Bayrak sadece, olur olmaz, çoğu gerekli önlem alınmadığı için şu ya da
bu nedenle ölen “yönetimlerin kusurlarını örtmek ve tepkiyi azaltmak için şehit
unvanı verilen” insanların ve bu ülkenin bütünlüğünü korumak için çarpışmada
ölen hakiki şehitlerin tabutlarının üzerine örtülür hale geldi. Aslında
perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; başbakanlık yapmış, bugünkü yönetimin
de kaynaklandığı bir partinin kurucusu olan Necmettin Erbakan’ın cenazesine
(tarih 2011) neredeyse bir milyon insan katılmasına karşın ne tabutunda ne de
meydanda tek bir Türk bayrağı yoktu. Daha sonra yönetimde bulunanların
akrabalarının cenaze töreninde de aynı yol izlendi. Hâlbuki yıllarca belirli
bir grup “Mücahit Erbakan” diye bağırmıştı.
Askerin
durumu ise malum; önemli kusurlarına karşın korunması gerekirken, ahlaksız bir
basının ağzında sakız olmuş, ötekileştirilmiş, komutanları bin bir suçla
yargılanan bir kurum haline dönüşmüştür. Genel kurmay başkanı bile ‘ne demekse”
terörist olarak tutuklanmıştı (tarih 2012). Tuz kokmuştu. Kamu araştırmaları
ordunun güvenirliğinin hızla azaldığını gösteriyormuş.
Bu insanlar
yerli malı haftasını ilkokullarda kutladığımızda, bağlarından ve bahçelerinden
kopardıkları ayva, elma, şeftali ve çocukların seveceği yemişleri getirip
masaların üzerine koyarak bu kutlamaya ve coşkuyla katılırlardı. Vazgeçtik
yerli malı kutlamasını, bin bir emekle yıllarca biriktirdiğimiz sermaye ile
oluşturduğumuz kendi malımız olan liman ve tesislerin, madenlerin özelleştirme
adı altında “babalar gibi satarız denerek” yabancılara satıldığı bir döneme
girdik.
Dini
değerlerin ön plana geçirildiği, diğer değerlerin ufalanmaya bırakıldığı bir
dönemi yaşıyoruz. Aslında dini değerler de ufalanıyor; çünkü bu kalkanı
kullananların gerçek yüzü ve ahlak yapısı öğrenildikçe, melanetler sesli ve
görüntülü olarak halka sunuldukça ne yazık ki inanç sistemimiz de derin yaralar
alıyor.
Bugünlerde
hep merak ediyorum. Acaba Sabri Amca ve bu ülkenin korunması için ömürlerini ve
bir türlü göremediğimiz canını veren insanlar bugünkü durumu görseydiler ne
derlerdi? Diğerlerini bilemem ancak Sabri Amca çok oturaklı küfür de ederdi…
Ülke
sevgisini, geleneklerini ve uygarlığın aynası olan davranışların hepsini
gösteren bu kuşak yerini belli ki başka değerlere sarılmış bir kuşağa
bıraktı…Sabri Amca sık sık rakı içer sarhoş da olurdu. Rakı içme alışkanlığını
askerliğinin ve özellikle de Kurtuluş Savaşının bitiminde kazandığı söylenirdi.
Ona hiç kimse sarhoş demedi; aşağılatıcı bir söz de söylenmedi. Bir gün köy
odasında neden bu kadar çok içtiği sorulduğunda: “bunu, yokluklar içinde
savaşmamış olanlar anlayamaz” demişti. Nereden bilebilirdik yıllar sonra
Kurtuluş Savaşını yapanlara ve yönetenlere “birkaç sarhoş” deneceğini…
Sabri Amca (tef çalan) bir içki âleminde iki binli yılların başlarından
itibaren kasabamdaki bu törenlere ben ve arkadaşlarım (daha doğrusu
meslektaşlarım) zaman zaman katıldık. Törenlere Hükümet Konağı önündeki Atatürk
heykeline daha önce hazırlanmış, her törende kullanılan plastik çelenk koymayla
başlandı. Kimler vardı derseniz? Kaymakam, kaymakamın özel kalem müdürü;
belediye başkanı, belediye zabıtaları; ilçe mille eğitim müdürü; emniyet amiri
ve bir ya da iki polis; bizim dışımızda toplam 13 kişilik bir kutlama heyeti;
toplamda 20 kişiye açmayan bir heyet. Coşku nasıldı derseniz? Onu izninizle
anlatmayayım. Ancak çelenk koyduktan birkaç on dakika sonra şehir kulübündeki
çınarın altında okey tahtalarının başına oturmuş oluyorduk. Belli ki bu
bayramlar, uzun süre şu ya da bu nedenle kendini saklamış, sistematik bir
yapılanma ile kendini sayısal olarak güçlü duruma getirmiş, bir zamanların
cumhuriyet muhaliflerinin davranış ve eylemleri ile tepeden tırnağa herkes için
yasal olarak yapılması gereken bir angarya haline dönüştürülmüştü. Bu ruhun
söndürülmesi, bölünme ve parçalanma başta olmak üzere her melanetin
habercisidir… Kanları ile bu Cumhuriyeti kuranların, tırnakları ile
biriktirdikleri değerleri, çocukları ve torunları ne yazık ki, karın tokluğuna
mezata çıkarmış bulunmaktadırlar…
Daha önce
yaşanan kutlamalardaki coşkuyu ve daha sonra acıyla izlediğim bana ne
lazımcılığını gördükten sonra, bu coşkuyu söndürenleri, Cumhuriyetin
değerlerine bu halkı düşman edenleri, birlik ve beraberliğimizin lokomotifi
olan, gençlere Cumhuriyetin değerlerini öğreten, bu Cumhuriyetin kolay
kurulmadığını, temelinde milyonlarca insanın kanı, yaşamı, özverisi yattığını
anımsatan bu törenleri, çeşitli bahanelerle sığlaştıranlara lanet okurken, bu
Cumhuriyeti kanıyla, yaşamıyla, inanılmaz özverileriyle kuranları, ona önderlik
edenleri bir daha, bir daha rahmetle ve saygıyla anıyorum.
Büyük
önderin “bu Cumhuriyeti biz kurduk, yaşatmak sizin elinizde” sözünü bir daha
anımsatarak; bu ülkenin, evrensel, aydınlık, uygar ve değer bilir saygın
insanlarının Cumhuriyet Bayramını kutluyorum.
Prof. Dr.
Ali Demirsoy
28.10.2014