Çarşamba, Ocak 31, 2024

Geçmiş ve geleceğe saygı

2024 yılı emekliler yılı ilan edildi. İçeriği hakkında bir bilgi henüz gelmedi. Herhangi bir şeyin yılı ilan edildiğinde insan ister istemez o yıl içinde neler yapılacağını merak ediyor.

Bir toplumda emeklilere, yaşlılara verilen değer geçmişe dayanan değeri gösterirken, çocuklara verilen önem, özen geleceğe verilen önemi gösteriyor. Maalesef her ikisinde de sınıfta kalıyoruz. Özellikle Türkiye’de geçmişe çokça güzelleme yapıldığını biliyoruz.

Oysa emeklilere, yaşlılara sağlanmayan maddi ve manevi şartları biliyoruz, diğer yandan derin yoksulluk çocuklarımızı derinden etkiliyor. Eğitimde fırsat eşitliği yok edildi. Fazıl Oral’ın bir konuşmasında söylediği gibi, “Zeki fakir çocukları eğitemezseniz, zeki suçlular yaratırsınız”.

Zaman zaman yurt dışına çıktığımda şehirlerde kocaman parklar görürüm. Orada zaman geçiren yaşlılar, çocuklarını gezdiren ebeveynler dikkatimi çeker. Zaten parklar da öncelikle yaşlılar ve çocuklar için yapılmaz mı? Şimdi İstanbul içinde semtlerde bir gezin, bir apartman arsası genişliğinde adına “park” denilen garabetler görürsünüz.

“Sevmek korumaktır” der ablacım. Ne kadar doğru. Yaşlılarını, çocuklarını koruyamayan bir kültür, ülke ne kadar mutlu olabilir ki?

Türkiye’de hem yaşlılar hem çocuklar duvarlar arasına hapsediliyor. Yaşlılar ya evde, ya camide, çocuklar ya okulda, ya tarikatların binalarında.

Oysa mahalli seçimler yaklaşırken adayların reklam panolarında yaşlıların ellerini öpmeleri, çocuklarla gülümseyen pozlarını görüyoruz. Baştan aşağı bir riya üzerine kurulu bir düzen var ülkemde. Son dönemin popüler dizisi İnci Taneleri’nde geçen bir söylem gibi; “Konuştuğumuz yalan sustuğumuz hakikat”

6 Şubat depreminin birinci yılı geldi bile. Yüzbinlerce insanımız bir iki dakikada bu dünyadan koparıldı. Yeni yapılan evlerde, alanlarda ne kadar yaşlılara ve çocuklara yer ayrılıyor merak ediyorum. Onlar için neler planlanıyor, öğrenmek istiyorum.

Ne zaman değişeceğiz onu da çok merak ediyorum.

Cuma, Kasım 17, 2023

Neden Hepimiz Köleyiz?

Çok derin sulara dalmadan biraz eskilere giderek bu sorunun cevabını buluyoruz. Antik Yunan düşünürleri arasında önemli yer tutan Euripides; “Bir kimsenin düşüncesini açıklayamaması köleliktir” diyor.

Hadi biraz üzerinde konuşalım. Euripides, Aiskhylos ve Sophokles'ten sonra Atina'nın yetiştirdiği üçüncü büyük tragedya ozanı. (Hz. Wikipedia öyle diyor, Hazret bu arada “sayın, saygıdeğer” demek, neyse konumuz bu değil) 
Milattan önce 5 yy’da yaşamış olduğuna dair kayıtlar var. O halde bundan 2.500 yıla yakın bir zaman önce Euripides’in söylediği bu sözlerin ne kadar kıymetli olduğu aşikar. Zira bugün hala bazı gelişmekte olan ülkelerde ifade özgürlüğü olmadığını, bu yüzden bazı aydınların, düşünürlerin, gazetecilerin hapislerde olduklarını biliyoruz. Çok şükür ki bizde bu tip durumlar söz konusu değil. 

Bir toplumda bir kişi bile fikirlerini ifade ettiği için cezalandırılıyorsa orada herkes köledir. 

Bu anlamda dünyada çok kısıtlı bir coğrafyada özgürlüğün olduğunu söylemek mümkün. Onu da bitirmek, herkesi köleleştirmek için kapitalizm var gücüyle savaşıyor.
Bugün ülkede de esasında bir anlamda “biat etmek” ve “etmemek” arasında arasında adı konmamış bir didişme ve ayrışma var. Aslında herkes “özgür” olmak istiyor ancak biraz konuyu deşince temel çekişme apaçık karşımıza çıkıveriyor.
Eğitim bilimci ve Türkiye sevdalısı Selçuk Şirin, Türkiye’nin çözülemeyecek sorunu olmadığını ifade ederken, bunun için 3 önemli dayanak olduğunu belirtiyor;
  1. Hukuk, (Evrensel ilkelere dayalı modern, çağdaş, işleyen hukuk)
  1. Özgürlükler (Başta, ifade özgürlüğü. Bu olmadığında yaratıcılık da olmuyor)
  1. Çağdaş eğitim
Bu 3 temel madde aynı zamanda zenginlik ve refahı da olumlu etkiliyor. Kısaca zenginlik için ifade özgürlüğü gerekiyor. Bunu temel hak olarak görmek ve savunmak zorundayız.
Psikolog Carl Rogers; “İnsanın kendi potansiyelini açığa çıkaramaması, kendisini engellenmiş hissettirir. Böyle bir insan kendini tehdit altında hissederek huzursuzluk yaşar.” diyor. 
Bakın çevrenizde böyle huzursuz insan var mı, yoksa zaten cennette yaşıyorsunuz demektir :)
İfade özgürlüğünün varlığı, düşünsel beceri ve yeteneği de geliştiriyor. Sevgili ülkem, bir çok konuda bir tarafta aşağılama, diğer tarafta yüceltme arasında savruluyor. Düşünsel çaba çok kısıtlı kalıyor.  Hem zaten düşünmeyi öven bir özdeyiş, atasözü kıtlığı da olguya nasıl baktığımızı güzel özetliyor. 
Kölelikten kurtulmak için öncelikle durumumuzu fark etmek gerekiyor. Fark ettikten sonra da öncelikle çocuklarımıza ve çevremizdekilere kendilerini ifade etme şansı vermek, fikrimizi zengin bir üslupla ifade etmeye başlamak önemli adımlar olabilir.
Yoksa bu kısır daireyi kıramayacak, sürekli gelişmekte olan, nefes almakta zorlanılan bir diyar olacak, ülkenin yetenekli, iyi gençlerinin ülkeden kaçmak isteğini değiştiremeyecek, debelenip duracağız.

Ben her şeye rağmen umutluyum :)

Pazar, Ekim 15, 2023

Cumhuriyet'in 100. yılı anısına - Sabri Emmü - Ali Demirsoy'un kaleminden...

 

Çocukluğumda en hoşumuza giden şey kışları yapılan köy odası toplantılarında yaşlıların askerlik anılarını dinlemeydi.

Bunların daha sonra altın değerinde olacağını bilemediğimiz için onları sadece yaşanmış masallar olarak dinledik. Değerini anladığımız zaman da anlatanlar bu dünyada değillerdi. Ben 6-10 yaşlarımda olduğumda bu öyküleri anlatanlar en az 50 yaşlarındaydılar. Ne kadarının doğru ne kadarının abartı ne kadarının başka bir öyküden aşırma olduğunu hiçbir zaman anlayamadık.

Köyde uzun süre askerlik yapmış çok sayıda insan vardı. Görmediğim, ana tarafımdan dedem (Emin efendi) 14 yıl askerlik yapmış; giderken hamile olan eşinden Doğan dayım, bıyıkları terlemiş bir durumda ilk defa babasının askerlik dönüşünde elini öpme şansını yakalamış ve ilk defa babasını (çünkü askere giderken fotoğrafı da bulunmuyormuş) karşılama sırasında görmüş.

Bizim anılarını dinlediklerimiz belli ki buzdağının sadece görünür kısmıydı; bir devrin acı öyküsünün bir damlası bile değildi. Belli ki çok sayıda komşumuz harbe gitmiş, gidiş o gidiş, hiçbir haber alınamamış; bir kısmının şehit düştüğüne ilişkin duyumlar olmuş. Bunların sadece adları geçer, Allah rahmet etsin denirdi ve çoğunlukla da ne babayiğit ya da ne yakışıklı bir çocuktu denerek anılara geçilirdi. Ölenlerin dili olmadığı için aslında neler yaşandığını hiç kimse tam olarak bilemeyecek. Gençliğini yaşamadan ölenlerin duygularını ve heba olan yaşamlarını algılayabilseydik, belli ki dünyanın durumu böyle olmazdı. Ne yazık ki düşünce dünyamız, gemisini karaya çıkaranların öyküsüyle örülü…

 

Kasabamızda “Ocak” diye bir köy var; köyün meydanına Atatürk heykeli ile birlikte bir köşe yapılmış; bu köşede “Milli kurtuluş savaşına bu köyden 75 kişi katıldı; ancak 2’si geri dönebildi” diye yazılı. Cumhuriyetin ne zorlukla kurulduğunu sadece bu köyden bile anlayabiliriz (anlama yeteneği varsa).

 

Ocak köyü şehitlik köşesi
Biz tekrar köy odasına geri dönersek, tütünler tabakadan çıkarılır elle sigara olarak sarılır, eğer birisi yeni bir tütün almış ise tabaka elden ele dolaşırdı. Gençler kapıya yakın ve diz üstü, yaşlı ve öyküyü anlatacaklar sedirde başköşede otururdu. Anının en heyecanlı yerinde anlatan, “çocuklar çay nerede kaldı, hele bir sigara tüttürelim bir fırt çay çekelim de ondan sonra anlatmaya devam edelim” derdi. Biz çocuklar heyecan içinde bekleşirdik. Onlarca öykü dinledim. Ne yazık ki onların bir kısmını anımsayamıyorum; bir kısmını bölük pörçük anımsıyorum. Her biri 14-15 yıl yaşanmış bir roman ya da öykü olabilirdi.

 

En hoş anlatanlardan biri, nüktesi ve coşkusu ile bilinen Sabri (Başak) amcamızdı. İlk cephesi Yemen’miş. Savaş (çatışma) sırasındaki anılarını çok iyi anımsayamıyorum. Aklımda kalanlar şu kadarcıktı: kalın ve yırtık pırtık bir kabanı varmış; akşam soyunduğunda kabanın delik deşik olan kısımlarından bazı mermiler ve iç çamaşırından da vücudundan çıkan terin kurumuş tuzları yere dökülürmüş. Göğsüne bağladığı “Kuran” onu mermilerden hep korumuş…

 

Öykünün esas başlangıç noktası, yaptığı çatışma ve harplerle ilgili değil, komutanının “biz bu savaşı kaybettik, dönebilirseniz memleketinize dönün” sözüydü. Sabri Amcaya göre binlerce asker, üzerlerinde yırtık pırtık askeri elbiseler, ayaklarında yırtık pırtık yamalı ayakkabılar ile çöllere düştüler.

 

Çoğunun cebinde bir mecidiye yoktu, ortalıkta binilecek deve hariç araç yoktu, yol gösteren yoktu, dil yoktu, okuma yazma yoktu; en kötüsü Araplara hatta kendi mümindaşlarına ve vatandaşlarına bile güven yoktu. Bu kargaşalıkta en güvenilir kişiler olsa olsa kendi kasabasının hemşerileri olabilirdi. Böylece Sabri Amca iki hemşerisini bularak yola koyulmuş. Askere gelirken aileleri ne olur ne olmaz diye altın paralar vermişler. Güven olmadığı için bu paraların çoğunu yırtık pırtık kaputlarının en olmaz yerlerine dikmişler. Böylece yola koyulmuşlar. Geceleri yol alıyorlarmış. Çünkü sıcaklık Sabri Amcaya göre taşa yumurta kırıp yiyecek kadar sıcakmış. Ancak en büyük tehlike yağmacı Araplarmış; hiç acıma duyguları olmayan her türlü cinayeti işleyebilen bu güruh, gruplar halinde çöllerde dolaşıp geleni geçeni soyup, öldürüyormuş.

 

Bu nedenle en güvenli yol, gündüzleri bulabilirlerse bir taşın kovuğuna kafalarını sokup saklanma-dinlenme, geceleri yol almaymış. Ancak akrep başta olmak üzere birçok sokucu, zehirli ve yırtıcı hayvan da günün sıcağından korunmak için bu kuytu yerlere sığınıyormuş. Kana kana su içme söz konusu değilmiş. Bu nedenle içtikleri sularda küçük solucanların, sülüklerin ve bin bir çeşit hayvanın boğazlarına kaçmasını önlemek için yanlarında (başörtülerinin içinde) hep bir bez ya da tülbent parçası taşıyorlarmış. Yol boyunca doğada karınlarını doyurmaları, komanda eğitiminde verilenlerden daha beter olduğu anlaşılıyor; taş ve toprağın dışında her şeyi yemişler.


Epeyi bir gün yol aldıktan sonra bir gün kumların arkasından bazı karartılar peyda olmuş. Yanlarında kamaları, sırtlarında tüfekleri olan, duruşlarından her birinin bir katil olduğu anlaşılan, deveye binmiş soyguncu Araplar yanlarına gelmişler.

 

Sabri Amca her defasında o günleri yaşıyormuşçasına devam ederdi: aşağı inen Bedeviler, bizim sağımıza solumuza vurarak yere yatırıp, ceplerimizi karıştırıp hemen kullanacağımız altınlarımızı alırken, yarım yırtık Arapçamız ile şef olduğunu düşündüğümüz birinin “elbiselerini de yırtın diye bağırdığını” duyduk. Eyvah paramızın hepsi gitti diye düşündük. Hâlbuki bu yerlerde altın candan bile daha değerli olmuştu. Tam üzerimize çullanırken uzakta bir tepenin üzerinden bir devenin üzerinde duran bir kişinin anladığımız kadarıyla “çabuk orayı terk edin” diye bağırdığını duyduk. Böylece altın dikili kaputlarımızı kurtardık. Herhalde rakip ya da düşman bir çete onlara yaklaşıyor olmalıydı…artık hiçbir şey güvenli değildi; üzerimizdeki elbiseler bile… ancak bizi yolun sonuna götürecek tek araç üzerimizdeki altınlardı; ancak onlar da güvende değildi. Aklımıza dâhiyane bir fikir geldi: altınları yutacaktık. İlk yutuşumuz acılı ve zor oldu. Ancak yutmadan daha zoru çıkarmaydı.

 

Bize bir iş daha çıkmıştı: altınları yutma, abdeste çıktığımızda elimizde değnek dışkımızı karıştırıp altınları yeniden bulmaydı. Böylece altınları güvenceye almıştık. Ancak tekrar onları yutma kolay olmuyordu. Her defasında onları yıkamak ve temizlemek zor oluyordu. Çünkü zaman zaman içecek su bile bulamıyorduk. Nereden bilebilirdim, bu yutma ve tekrar bulma işlemini daha 1,5 sene yapacağımı...


Ayakkabılarımız sıfırı tüketmişti. Rastladığımız cesetlerin kalın kaputlarından ayaklarımıza bağ yaparak kızgın kumlarda yürüyebiliyorduk. Yemen’de komutanlarımız kuma ya da toprağa oturmayı yasaklamıştı. Yani anlayacağınız yer bile bize yasaklanmıştı. Çünkü ishal (herhalde kolera) çok yaygındı ve topraktan insana geçiyordu. İlaç, hekim hak getire, kurtulmak için bol su içmek gerekiyordu; içilecek su altın kadar değerliydi. Birçok arkadaşımızı bu ishal yüzünden çöl kumlarına gömmüştük. Bu nedenle önümüze çıkan her hangi bir şeye el vurmaktan korkuyor, bir yere oturup dinlenmekten çekiniyorduk.

 

Bit ve pire askerlik arkadaşımız olmuştu. Çok seyrek olarak (birkaç ayda bir) çamaşırımızı bir kazana koyup kaynatıyorsak bitlerden kurtulmuş olarak birkaç gün kaşınmadan yatabiliyorduk. Bazen bitler o kadar yoğunlaşıyordu ki iki tırnağımızla onları ezmekten yoruluyor, çamaşırlarımızın dikiş yerlerini düz bir taşa yatırıp, başka bir düz taşla bastırarak onları ezmeye çalışıyorduk. Pençe haline dönen tırnaklarımıza baktıkça, bir makasın ya da tırnak makasının ne büyük bir nimet olduğunu anladık. Yüzümüz güneş yanığından kabuk bağlamıştı. Çatlayan dudaklarımız nedeniyle halimize bile gülemez olmuştuk. Güneş batarken bir kenara çekilip içten içe ağlama hepimizin ortak yanı olmuştu.

Hayalimiz memleketimize ulaşıp buz gibi akan kaynaklardan su içmek, Fırat’a girip serinlemek; ailemizle bir sofraya oturup yemek yemekti. Rastladığımız Araplara memleketimizin akan sularını anlattığımızda, bize her halde çölde aklımızı yitirmiş insanlar olarak bakıyor ve “galiba siz cenneti anlatıyorsunuz” diyorlardı.

Hepimizin memleketten ayrılırken bin bir sorunu vardı: evlenme derdi, çocuk derdi, geçim derdi, yaşlı ana babanın bakım derdi, bağların sulanması, kazılması, gübrelenmesi derdi ve benzer yüzlercesi. Eğer geride kardeşiniz ya da gücü kuvveti yerinde olmayan biri varsa, derdiniz var demekti; ananız, karınız, kız kardeşiniz bu yükü üstlenmek zorundaydı. Olan erkek kardeşlerimiz de bir türlü haber alamadığımız başka cephelerde bu memleket için vuruşuyordu.

 

Bir gün yol arkadaşlarımızdan birinin koluna bir soba borusu takarak geldiğini gördük. Yanaştı, sorduk. Yahu bu kızgın çölde bu boru neyin nesi? Arkadaşlar ayrılırken evimizde karım, “kış geliyor sobayı kur da git” dedi; sobayı kurarken bir boru eksik kalmıştı; şurada harabeye dönmüş bir yerleşim yeri var, orada işe yarar bu soba borusunu buldum; memleketime, eşime götüreceğim. Bu çölün asker hediyesi bir soba borusuna kadar düşmüştü…

Günler, aylar geçti; yol bitmedi. Sonunda yolumuz Filistin’de bir vadiye (herhalde Şeria vadisi) düştü. Açlıktan bitap düşmüştük. Bir ara et kokusu aldık, oraya yöneldik. Bir barakada bir saçta et kavurup askerlere satılıyordu. Biz de karnımızı doyurduk. Ancak karnımızı iyice doyurmuş olmalıyız ki, daha önce açlık ve susuzluktan birkaç günde hatta bir haftada dışkılarken, şimdi iyice bizi sıkıştırmıştı. Ancak bizim farklı bir derdimiz vardı. Biz bokumuzu iyice karıştırıyorduk. Bu nedenle uzak bir yere gitmemiz gerekiyordu. Epeyi açıldık, harabe gibi bir yere girdik. O ne? Orada üzerinde asker elbisesi olan, sağı solu bıçakla kesilmiş, kaba eti alınmış insanlar gördük. Önce şaşırdık; ancak daha sonra aklımıza dank etti. Biraz önce yediğimiz etler, arkadaşlarımızdı. Öğürerek tekrar çöle düştük.

Günlerce gittik, ne bulursak yedik; neredeyse dışkımızı yiyecek hale düştük. Bir yerlerde yiyecek ot bile bulamamıştık; yerlerde at dışkılarına rastladık; herhalde bizden önce bir atlı grup geçmiş olmalıydı. Allahtan bu atların içinde bazıları çok yaşlanmış ve diş yapıları bozulmuş olmalı ki, yedikleri arpayı pek öğütememişler ve sindirememişler. Dışkılarını karıştırıp bu sindirilemeyen arpaları seçmek bizim için lüks olmasa da iyi bir öğün olmuştu. Sonunda bizim gibi dönüş yolunda perişan bir takım asker gördük. Nereye dedik? Memlekete dediler. Niye böyle panik içinde kaçıyorsunuz diye sorduk. İngilizler iki kulağa (Osmanlı askeri kulağına) bir sterlin veriyorlarmış. Canımız tehlikede olduğu için kaçıyoruz. Biz bu haberi de duyunca iyice panikledik.


Bir konaklama yerinde bir deveciyle karşılaştık. Bize belirli bir para karşılığı bizi Kûfe’ye götürebileceğini söyledi. Aslında Şam ve Halep’e ulaşabilirsek kurtulma şansımız olacağını düşünüyorduk. Ancak bu yolda geriye dönen çok insan vardı. Bu nedenle hiç güvenli bir yol değildi. Biraz daha dolambaçlı; ancak güvenli olabileceğini düşündüğümüz Kûfe yolu daha akıllıca geldi. Deveciyle anlaştık, yola koyulduk. Ancak gücümüz tükenmişti. Çoğunluk geceleri yol alıyorduk. Ama bu seferki çöl aşağıdaki kumlu çöle benzemiyordu; daha çok kayalık bir çöldü. Geceleri içimizi ürküten korkunç sesler ve çatırtılar geliyordu. Bedevi bu sesleri çöl hayaletinin çıkardığını söylüyordu.

 

Bir taraftan çölden gelen sesler bir taraftan sivri kayaların hayalet gibi uzayan gölgeleri tarifi mümkün olmayan korkulara neden oluyordu. Gündüzleri sanki ateş yağıyor, geceleri dişlerimize mızıka çaldıracak kadar soğuk oluyordu. Arkadaşlarımızdan biri bir ara geldiğimiz kumlu çölü geçerken artık dayanamadı; yolda; beni bırakın ben tükendim; anamın-babamın ellerinden benim yerime öpün; Güllü ile evlenecektim; ona çok sevdiğimi söyleyin ve eğer kardeşim cepheden dönebilirse onunla evlenmesini söyleyin dedi ve öldü. Onu çölün kumlarına gömdük; bir taş bulamadık ki mezarının başına koyalım. Gözden kaybolmadan çöl rüzgârının onun mezarını silip süpürdüğünü biliyorduk. Ben bu öykünün yazarı olarak onları kalbimize gömdüğümüzü, ismen olmasa bile, simgesel olarak onları hep sevgi ve hayırla anacağımızı söyleyebilirim. Cumhuriyet çocukları Cumhuriyeti kuranlara nankörlük yapamaz…

Aylarca orada burada dolaştık; bazen ileride tehlike olduğu söyleniyordu; gerisin geri geldiğimiz yere dönüyor, günlerce güvenli zamanı bekliyorduk. Bu arada midemize giren altın sayısı gittikçe azalıyordu. Zaten altın sıçmaya da alışmıştık…

Sonunda Kûfe’ye ulaştık. İlk olarak oradan geçen büyük bir nehrin kenarına yanaştık. İkimiz de nehrin kenarında bir taşa oturup hüngür hüngür ağlamaya başladık. Bu nehir Fırat’tı bizim doğduğumuz kasabanın altından geçiyordu. Bu su anamızı babamızı, kasabamızı görmüştü. Ne güzel günlerdi, bütün delikanlılar yazın Fırat’a iner, sırtımıza tolik (su kabağı) bağlar, yüzer; su kavgası yapardık; nehrin karşı kıyısına geçer doğal olarak yetişen üzüm ve incirleri yerdik. Zaman zamanı tor denen ağla ya da oltayla balık avlardık. Bazen bir taşın başına oturur, gırnata (klarnet) eşliğinde maniler okurduk; bazen arkadaşlarla kafa çekerdik. İlkbaharda coşan Fırat’ın kenarına gider herfene (piknik) yapardık; ağaçlara ip bağlar salıncak yapardık; çeşit çeşit yemekler yerdik. Burada bokumuzu yer duruma düştük. Allah’ım bu suyun bir kısmını niye Arap çöllerine akıtmadın? Hüngür hüngür suyun başında ağlarken, arkadaşım bana: “Hakkını helal et, tanıdıklara selamlarımı söyle, ben, benim kasabamdan geçen, anamı-babamı, sevgilimi gören bu suda ölmek istiyorum” diye kendini suya attı. Ancak gözlerimle izleyebildim; hiçbir çırpınma hareketi görmedim diyebilirim… artık Arap çöllerinde yalnız kalmıştım.

Yatacak yer yoktu; çöl tehlikesi ortadan kalkmıştı; şehir eşkıyalarının korkusu başlamıştı. Bir cami avlusunda yaşlı bir adamla karşılaştım; görmüş geçirmiş biri gibi görünüyordu ve İstanbul’u da görmüştü. Beni evinde misafir etmeyi kabul etti. Ancak ortada o kadar asker kaçağı, eşkıya vardı ki, kimse kimseye güvenmiyordu. Bu nedenle adam beni bir odaya koydu; ancak kendilerini güvenceye almak için kapıyı kilitlemiş. Gece iyice sıkışmıştım. Kapıya yöneldim, kilitli. Ne yapayım diye düşündüm; çareyi uzun donumun içine yapıp pencereden dışarı atmada buldum. Uzun donumun içine dışkımı yaptım; ancak altınlar da oradaydı; ister istemez parmaklarımın arasında eze eze altınları buldum; tekrar öylece yuttum; donu bağladım kimse hemen görmesin, biraz uzağa atarım diye donu biraz sallayarak fırlattım. Ancak odanın pencereye tam ters tarafında bir büyük ayna varmış; ben pencereye atayım derken aynadaki görüntüye atmışım. Adamın odasının her tarafı bok oldu. Sabahtan kapıyı açınca, beni, yer misin yemez misin dedirtene kadar dövdüler.


Tekrar yollara düştüm. Hem yalnızdım; hem gücüm azalmıştı. Ancak memleket kokusunu alır gibi olmuştum. Dizlerime yeniden derman gelmişti. Artık yol oyunca bana yemek veren insanlar; bağına, bahçesine girip de hırsızlık yapabileceğim yerler vardı. Açlıktan ölme tehlikesi neredeyse kaybolmuştu. Sonunda kasabam Eğin’e yaklaşmıştım. Bir günlük yol kalmıştı. Yaklaşık 14 yıllık askerlik hizmetim, yaklaşık 2 yıllık memlekete dönüş hikâyem noktalanıyordu. Arnavut Hanına girdim; buraya birkaç defa gelmiştim; benim memleketimin, kasabamın kokusu burada vardı. Fırat da biraz ötede akıyordu; birkaç saat önce evimizin önünden gelen suları görüyordum. Dişimi sıkıp kasabama gidebilirdim. Ancak kendime bir çeki düzen vererek beni bekleyenlerin karşısına çıkmak istedim. Çünkü kesilmeyen tırnaklarım neredeyse geri dönmüştü; uzun ve dağınık saçlarım kirden korkunç bir hal almıştı. Her şeye karşın bizimkilerin beni böyle görmesini istemiyordum.

Diğer konuklarla birlikte çay içtik, birer sigara tüttürdük; bir şeyler yedik; çoğunun benimkine benzer öyküsü vardı. Uyuduk. Bir ara bir sesler duydum. Gaz feneri ışığında jandarmalar hanı basmış, asker kaçaklarını arıyorlardı. Hepimizi kaldırdılar, teker teker kontrol ettiler; ne söyledikse kar etmedi; çünkü bir kısmımızın terhis kâğıdı yoktu. Benim de yoktu. Çünkü komutanımız; “buradan kurtuluş yok; kazanmamız da söz konusu değil; Yemen’de kaçın, canınızı kurtarın” demişti. Düpedüz asker kaçağıydık. Çok yalvardım (yalvardık). Ne olur ailem (ailelerimiz) bir günlük yolda, 14 senedir onları görmedim (görmedik); bizi alın götürün bir gün görelim tekrar sizinle nereye isterseniz gelelim. Nuh dediler peygamber demediler. Bizi derdest edip tekrar cephelere gönderdiler. Böylece Çanakkale’yi de, Kafkasları da tanıdım. İki yıl da böyle geçmişti.

 

Gittiğimde karımın karnında olan oğlum, geldiğimde beni bıyıklarını burmuş olarak karşıladı. Karım, köyün muhtarına defalarca mektup yazdırmış ve bana göndermiş; altına maniler eklemiş; hiç biri bana ulaşmamıştı. Bu manileri okuyamadım; ancak geldikten sonra, geçim derdinden, işten güçten, yoksulluktan yüzünde çizgileri oluşmuş, dişleri dökülmüş, saçları ağarmış fedakâr eşimin kendi ağzından dinleyebildim; değişmeyen tek yeri bana sevgiyle bakan gözleriydi.

Bülbülün konacak dalı da yoktur
Çok cefa çekecek hali de yoktur
Bülbül Eğin’de bir can besler
Bir gün duyarsın o can da yoktur
Bir başka mektubunda:
Gidersin, gidersin yolun düz değil

Kanatlarım eğri, boynum düz değil

Sen, dertlerini bana dökmüş gidersin
Benim derdim seninkinden az değil
Bunca yıl karnımda taşıdığım altınlardan bir tekini özenle hep sakladım ve kızım Aliye’ye evlendiği gün onu çeyiz olarak taktım. O altın, bir ülkenin ibret verici ve acı öyküsünün simgesidir.


“Bu ülkenin toprakları, özveri, acı ve manilerle yoğrulmuştur. Ona ihanet edenler er ya da geç lanetlenir” diyerek sözünü bitirdi Sabri Amca.

 

Onun anlattıklarını köy odasında; ancak kendisi gibi gidip yıllarca askerlik yapanlar anlıyor olmalıydı; çünkü elle sarılmış kaçak tütünden yapılan sigarayı, o anlatırken bir çekişte yarıya indirenler ancak onlar oluyordu. Bugün yaşayıp da bu öyküleri dinleyen birkaç şanslı insandan biri benim. Görevim, geçmişteki yaşanan öyküleri gelecekte –anlayanlara- iletmekti.

Yıllarını bu ülkenin kurtarılmasında ve korunmasında geçirmiş bu insanlar, gazi maaşı almadılar, şeref madalyası almadılar, bir devlet aracına karşılıksız olarak binmediler, hiçbir bileti ve ücreti indirimli almadılar, herkes gibi sıraya girip herkes ne ödedi ise ödemeye devam ettiler. Bir gün yakınmadılar. Osmanlı egemenliğinde doğdular, yaşamlarının bir kısmını kurulmasına katkıları olan Cumhuriyet döneminde geçirdiler. Cumhuriyet’in ne demek olduğunu iyi anlamış olmalılar ki, Cumhuriyet Bayramlarında hiç kimsenin zorlaması olmadan en iyi elbiselerini giydiler, yıkandılar, tıraş oldular, saçlarını taradılar ellerinde Türk bayrakları kasabanın meydanına (çoğunluk Cumhuriyet Meydanları olarak bilir) toplandılar, arkasında Türk bayrakları ve Atatürk posterleri bulunan kürsüdeki konuşmaları (devletin oradaki en yetkili temsilcisini, belediye başkanını, bir öğretmeni, birkaç gaziyi ve kendiliğinden kürsüye fırlayarak içinden geldiği gibi konuşan birkaç vatandaşı ve Cumhuriyetin selameti için dua etmek üzere çıkan bir imamı) avuçlarının içi patlarcasına alkışladılar. Kasaba bir bayram yerine, bir şenlik yerine dönerdi. Herkes yeniden doğmuş gibi mutlu olurdu. Bu halk Cumhuriyete böyle başladı.

Bu halk, Milli Egemenlik Bayramı, 23 Nisan’ı da, Gençlik ve Spor Bayramı, 19 Mayıs’ı da böyle kutladı. 23 Nisanlarda köylerde, ilkokullarda yapılan törenlere, erkenden yapılan müsamerelere köylüler eksiksiz katılır, okunan şiirleri ve atılan nutukları dinler; daha sonra daha geç yapılan törene katılmak üzere kasabaya gidilir, coşkuya orada devam edilirdi. 19 Mayıs Bayramları tam bir şölendi, izci kıyafetleri giymiş, trampetler çalan bir grup öğrencinin eşliğinde, spor yarışmaları ve çeşitli gösteriler yapılır, halk bunları çılgınca alkışlardı. Herkesin gözünde bir mutluluk görülür, birlikteliğin hazzı duyulur, uygarlığa, belirli simgelerin etrafında bütünleşmeye ulaşmış olmanın gururu yaşanırdı.

Bu kadar çekilen cefaya karşın, bu bayramların yanı sıra, bu insanların bayrağa, milli marşa, askere, devlete içten gelen büyük bir sevgisi vardı. Okullarda milli marşımız okunurken, kasaba adeta çakılırdı; at ve eşeklerin üzerine binmiş insanlar bile heykel olurdu; belli ki milli marşa saygıyı eşeklere bile öğretmişlerdi. Tüm gücümüzle, en yüksek sesimizle okuduğumuz istiklal marşı dağlarda yansırdı. Günümüzde bu kutsal görevi internetten indirilmiş mp3’ler yapıyor.

Evlenmede, düğünlerde, gelin götürmede, her türlü törende, askere gidip gelmelerde hatta yapım aşamasında bir evin çatısı bittiğinde çatıya bayrak asma içten gelen bir gelenekti. Jandarma köylülere sık sık eziyet etmesine karşın, köye gelen askerler içten gelen duygularla tören havasında karşılanır gerekli ikramlar yapılırdı. Nereden nereye geldik? Milli Marşımız birçok ilde okunmaz duruma düştü; okunduğu illerde de vızıltı gibi görülmeye başlandı.

Bayrağımızın asılması kışkırtıcı bir eylem olarak görüldü; birçok yerde asılması güvenlik güçlerince önlendi ya da yasaklandı. Bayrak asılırken ve indirilirken kural olarak kurumun önemli kişileri hazır bulunurdu.

 

Cumhuriyet Bayramı bütünlüğün, millet olmanın, uygarlaşmanın bayramı olarak da kutlanırdı. 1928 yılında küçük bir kasabada (Kemaliye’de) çoğu esnafın bu bayrama en güzel giysileri ile katılması bunun en güzel örneğidir. Nereden nereye geldik…

Bayrakları resmi tatillerde devlet kapısına bekçilerin astığı ve indirdiği bir döneme girdik. Bayrak sadece, olur olmaz, çoğu gerekli önlem alınmadığı için şu ya da bu nedenle ölen “yönetimlerin kusurlarını örtmek ve tepkiyi azaltmak için şehit unvanı verilen” insanların ve bu ülkenin bütünlüğünü korumak için çarpışmada ölen hakiki şehitlerin tabutlarının üzerine örtülür hale geldi. Aslında perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; başbakanlık yapmış, bugünkü yönetimin de kaynaklandığı bir partinin kurucusu olan Necmettin Erbakan’ın cenazesine (tarih 2011) neredeyse bir milyon insan katılmasına karşın ne tabutunda ne de meydanda tek bir Türk bayrağı yoktu. Daha sonra yönetimde bulunanların akrabalarının cenaze töreninde de aynı yol izlendi. Hâlbuki yıllarca belirli bir grup “Mücahit Erbakan” diye bağırmıştı.

Askerin durumu ise malum; önemli kusurlarına karşın korunması gerekirken, ahlaksız bir basının ağzında sakız olmuş, ötekileştirilmiş, komutanları bin bir suçla yargılanan bir kurum haline dönüşmüştür. Genel kurmay başkanı bile ‘ne demekse” terörist olarak tutuklanmıştı (tarih 2012). Tuz kokmuştu. Kamu araştırmaları ordunun güvenirliğinin hızla azaldığını gösteriyormuş.

Bu insanlar yerli malı haftasını ilkokullarda kutladığımızda, bağlarından ve bahçelerinden kopardıkları ayva, elma, şeftali ve çocukların seveceği yemişleri getirip masaların üzerine koyarak bu kutlamaya ve coşkuyla katılırlardı. Vazgeçtik yerli malı kutlamasını, bin bir emekle yıllarca biriktirdiğimiz sermaye ile oluşturduğumuz kendi malımız olan liman ve tesislerin, madenlerin özelleştirme adı altında “babalar gibi satarız denerek” yabancılara satıldığı bir döneme girdik.

Dini değerlerin ön plana geçirildiği, diğer değerlerin ufalanmaya bırakıldığı bir dönemi yaşıyoruz. Aslında dini değerler de ufalanıyor; çünkü bu kalkanı kullananların gerçek yüzü ve ahlak yapısı öğrenildikçe, melanetler sesli ve görüntülü olarak halka sunuldukça ne yazık ki inanç sistemimiz de derin yaralar alıyor.

Bugünlerde hep merak ediyorum. Acaba Sabri Amca ve bu ülkenin korunması için ömürlerini ve bir türlü göremediğimiz canını veren insanlar bugünkü durumu görseydiler ne derlerdi? Diğerlerini bilemem ancak Sabri Amca çok oturaklı küfür de ederdi…

Ülke sevgisini, geleneklerini ve uygarlığın aynası olan davranışların hepsini gösteren bu kuşak yerini belli ki başka değerlere sarılmış bir kuşağa bıraktı…Sabri Amca sık sık rakı içer sarhoş da olurdu. Rakı içme alışkanlığını askerliğinin ve özellikle de Kurtuluş Savaşının bitiminde kazandığı söylenirdi. Ona hiç kimse sarhoş demedi; aşağılatıcı bir söz de söylenmedi. Bir gün köy odasında neden bu kadar çok içtiği sorulduğunda: “bunu, yokluklar içinde savaşmamış olanlar anlayamaz” demişti. Nereden bilebilirdik yıllar sonra Kurtuluş Savaşını yapanlara ve yönetenlere “birkaç sarhoş” deneceğini…


Sabri Amca (tef çalan) bir içki âleminde iki binli yılların başlarından itibaren kasabamdaki bu törenlere ben ve arkadaşlarım (daha doğrusu meslektaşlarım) zaman zaman katıldık. Törenlere Hükümet Konağı önündeki Atatürk heykeline daha önce hazırlanmış, her törende kullanılan plastik çelenk koymayla başlandı. Kimler vardı derseniz? Kaymakam, kaymakamın özel kalem müdürü; belediye başkanı, belediye zabıtaları; ilçe mille eğitim müdürü; emniyet amiri ve bir ya da iki polis; bizim dışımızda toplam 13 kişilik bir kutlama heyeti; toplamda 20 kişiye açmayan bir heyet. Coşku nasıldı derseniz? Onu izninizle anlatmayayım. Ancak çelenk koyduktan birkaç on dakika sonra şehir kulübündeki çınarın altında okey tahtalarının başına oturmuş oluyorduk. Belli ki bu bayramlar, uzun süre şu ya da bu nedenle kendini saklamış, sistematik bir yapılanma ile kendini sayısal olarak güçlü duruma getirmiş, bir zamanların cumhuriyet muhaliflerinin davranış ve eylemleri ile tepeden tırnağa herkes için yasal olarak yapılması gereken bir angarya haline dönüştürülmüştü. Bu ruhun söndürülmesi, bölünme ve parçalanma başta olmak üzere her melanetin habercisidir… Kanları ile bu Cumhuriyeti kuranların, tırnakları ile biriktirdikleri değerleri, çocukları ve torunları ne yazık ki, karın tokluğuna mezata çıkarmış bulunmaktadırlar…

Daha önce yaşanan kutlamalardaki coşkuyu ve daha sonra acıyla izlediğim bana ne lazımcılığını gördükten sonra, bu coşkuyu söndürenleri, Cumhuriyetin değerlerine bu halkı düşman edenleri, birlik ve beraberliğimizin lokomotifi olan, gençlere Cumhuriyetin değerlerini öğreten, bu Cumhuriyetin kolay kurulmadığını, temelinde milyonlarca insanın kanı, yaşamı, özverisi yattığını anımsatan bu törenleri, çeşitli bahanelerle sığlaştıranlara lanet okurken, bu Cumhuriyeti kanıyla, yaşamıyla, inanılmaz özverileriyle kuranları, ona önderlik edenleri bir daha, bir daha rahmetle ve saygıyla anıyorum.

 

Büyük önderin “bu Cumhuriyeti biz kurduk, yaşatmak sizin elinizde” sözünü bir daha anımsatarak; bu ülkenin, evrensel, aydınlık, uygar ve değer bilir saygın insanlarının Cumhuriyet Bayramını kutluyorum.

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy
28.10.2014

 


Cuma, Eylül 22, 2023

Cahile olan ihtiyaç

 

Türkiye’de uzun zamandır cahillik, cehalet üzerine konuşuluyor. Bununla birlikte, zaman zaman kitleleri “cahillikle” suçlamak pek bir moda. Oysa önce tanımda anlaşmak gerek.

Cahil ne demek? Neden cahile ihtiyaç var?

Cahil kelimesi Arapça kökenli. Arapça chl kökünden gelen cāhil "bilmeyen" sözcüğünden alıntı.

Cahil kelimesi tarihte, Türkçe’de bilinen ilk kez Atebet-ül Hakayık eserinde yer almış. Türk Dil Kurumu (TDK) cahil kelimesinin anlamını "öğrenim görmemiş, okumamış" olarak tanımlıyor.

Sevgili dostlar; cahil, öncelikle bilmeyen demek. Buna ek olarak bilmediğinin farkında olan demektir. Siz, bana bir üretim tesisinde yer alan prosesle ile ilgili bir sorunu iletseniz, “ben o konunun cahiliyim” diyebilirim. Bilmiyorum, ancak bunun farkındayım demektir. Eğer istersem ve yeterli kaynak bulursam öğrenebilirim anlamına da gelir.

Cehalet aynı zamanda daha fazla bilgi arama ve keşif yapma fırsatı da yaratabilir. Araştırmalar, yeterli eğitime sahip yetişkinlerin daha mutlu olduğunu ve çevrelerini daha iyi kontrol ettiklerini gösteriyor. Yani, eğitim almak ve bilgi edinmek önemli.

Peki bilmeyen ve bunun farkında olmayan ne denir? Bunu eğitimlerimde sorarım, genelde gelen cevaplar; “zırcahil”, “körcahil”, benzeri yakıştırmalar olur.

Bilmeyene ve bunun farkında olmayana “gafil” deniyor. Hatta sosyal medyada bu gruba “herb.kolog” adını vermişler J

Gafil, aynı zamanda çevresindeki gerçekleri göremeyen ya da sezemeyen kişiyi ifade ediyor. Bir diğer anlamı da  aymazlık.

Şimdi lütfen bir daha düşünelim. Ülkemde cahil mi daha fazla yoksa gafil mi? Öncelikle bu ayırımı yapmanın çok daha önemli olduğunu düşünüyorum.

Dolayısıyla öncelikle bilmediğinin farkında olmak, ardından da bilgiye ulaşmak aydınlık yarınlar için daha kritik hale geliyor.


#cahil #cehalet #gafil #bilgi

Çarşamba, Nisan 12, 2023

Kıymetsiz

 

İkinci Dünya Savaşı’nın hızının azaldığı günlerde doğdu. Kendinden büyük üç ablası, üç ağabeyi vardı. Gerçi bir ağabeyi aynı evde yaşamıyordu ancak, önünde sonunda ağabeyiydi,  aynı kaptan yemek yemese bile.

Bembeyaz tenli, kıvırcık sarı saçlı güzel bir bebekti. Değeri daima bilinsin, hor görülmesin diye adını “Kıymet” koydular. Kalabalık bir ailede büyümenin hem zor hem de güzel yanları vardır. El emeğinin çok yoğun yaşandığı, işin çok olduğu köy yerinde çocuğa ilgi, sevgi göstermek zorlaşır. Kıymet’in büyüdüğünde sıklıkla dile getirdiği bir söylemi vardı. Bir kişiyle tanıştığında onu anlatırken hemen ekleyiverirdi; “Beni çok sevdi” . Belki de yıllardır yeterince sevilmemenin ihtiyacını karşılamak istiyordu.

Annesi sert bir kadındı. Kendince disiplini bu sayede sağladığını düşünüyordu. Kıymet, genç kızlığa adım attığı yaşlarda yaşı küçük ancak alımlı bir genç kızdı. Ebe olan ablası ile evli olan eniştesi, Kıymet’i erkek kardeşine almak istedi.  Genç kızın aklına girdiler ve daha onbeş yaşı dolmadan kocaya kaçıverdi.

Kalabalık bir evden ayrılan Kıymet bu sefer başka bir dünyaya adım attı. Nobran bir koca, sert, bir o kadar katı bir kayınvalide. Çok genç yaşta bir erkek evladı oldu. Sonra bir tane, bir tane daha. Bu sırada evde şiddet tüm hızıyla devam etti; bazen sözlü, bazen fiziksel.

İki çocuğu varken yıldı bu döngüden. Ablası da aynı dertten muzdaripti ; ev içi şiddetten.  İkisi  çocuklarıyla baba evine sığındılar. Araya hatırlı kişiler, en büyük ağabey girdi ve iki kız kardeş koca evine döndüler.

Kıymet’in bu esnada en büyük oğlu kalp hastası çıktı. Oğlunun hastalığı ile uğraşırken kocasının kaprisleri ve ithamları ile dünyası zindan oldu. Hepsine göğüs gerdi. Neyse ki oğlu bu savaştan ameliyatla galip çıktı, sağlığına kavuştu.  

Kıymet, hep bir kızı olsun istedi. Süsleyebileceği, dertleşebileceği, yanında olabileceği bir kızı. Evlendikten yirmi yıl sonra bir kızı oldu. Ona en sevdiği, kadim dostunun ismini verdi. Artık dünyası bir nebze olsun ferahladı.

Kızı hızla büyüdü, evlendi. Damadını o kadar sevdi ki, oğullarından ayırmadı. Bazen söylemin dozunu kaçırıp, “oğullarımdan ileri” deyiverdi. Oğullarıyla arası da açılmıştı artık.

Bu kırgınlıklar sırasında üç oğlundan en küçüğünün kötü bir hastalığa yakalandığını öğrendi. Ancak onu kurtaramadı. Bir evladını geçmişte kurtaran Kıymet bu sefer başaramadı.  Evlat acısı da yaşadı.

Yıllar boyunca yaşadığı şiddet ve ilgisizlik sarmalı, incinmeler onu farklı bir yapıya büründürdü. Çevresindeki tüm insanlar yavaş yavaş uzaklaştılar. Koyu bir yalnızlık içinde hissetmeye başladı kendini. Sevgi görmek istedikçe daha çok kaybetmeye başladı. Hangi dala tutunmak istese elinde kaldığını hissediyordu. Sadece en büyük ablası tüm yaşamı boyunca onu hiç yalnız bırakmadı. Her şeyini Kıymet’e adadı. Kıymet’in hayatında adeta bir kutup yıldızı oldu.

Ve bir gün hayatını kaleme almak istediğini söylediğinde sordular Kıymet’e; kitabın adını ne koyacaksın? Acı bir cevap verdi; “Kıymetsiz Kıymet” olacak dedi.

Kıymet,  ismi ile müsemma bir hayat süremedi ve hayatını kaleme alamadan bir Nisan günü bu dünyadan göçtü. Yaşadığı acılar, sıkıntılar, kırgınlıklar hepsi sonunda bitti. Artık değerinin bilindiği bir yerde olmasına dua etmekten başka çaremiz yok.