Cuma, Aralık 30, 2016

Lanet okumak

Her hafta onlarca insanımızı kaybettiğimiz karalar dolu bir dönem. Gün geçmiyor ki yeni bir patlama haberi duyulmasın, ölülerimiz, yaralılılarımız olmasın. Ölenlere çok üzülüyoruz, yaralıların bir şekilde hayatta kalmalarına sevinirken onları nasıl bir hayat beklediğini unutuyoruz belki de. Hangi uzuvlarını kullanamayacaklar veya o travmayı nasıl atlatacaklar ?
Kendimizi, vicdanımızı sosyal medyada “lanetleme” ile rahatlatmaya çalışıyoruz. Oysa lanet okumanın bir tehlikeli yanından bahsedeceğim sizlere sayın okuyucu ! Lanet okuduğumuz zaman cezalandırma işini üçünücü bir şeye devretmiş olmuyor muyuz ? İnandığımız her neyse ondan o eylemi yapanı cezalandırmanı isterken aslında sorumluluktan da kaçmış olmuyor muyuz ?
Sorunun kökeni bulmak ve o şartları düzeltmek için ne çaba sarf ediyoruz ? E, elimden ne gelir ? Kim bilir ? Belki çok şey gelir. Bir adım atmak değil mi önemli olan. Eğer terörün kaynağının eğitim eksikliği olduğuna inanıyorsak onu aşmaya yönelik kendimiz dışında ne yaptık bireysel olarak ? Eğer terörün kökünde ekonomik sorunlar olduğuna inanıyorsak istihdam yaratmak için ne yaptık ? Hangi gönüllü kuruluşta çalıştık ? Hiç bir şey yapamasak da, çözüm aramak için ne kadar düşündük ?
Oysa terörün amacı bizi korkutmak, sindirmek değil mi ? Ben de korkuyorum, hem de köpek gibi. Bana bir şey olmasından, sevdiklerimin zarar görmesinden, ülkemin savaş yerine dönmesinden (-ki döndü zaten-)
Nasıl çıkacağız bu girdaptan ? Birbirimizi anlamaya çalışarak, empati yapmaya çalışarak, en önemlisi çaba sarfederek, akıl yürüterek, konuşarak,tartışarak, bilgi, birikim, ekonomik olarak güçlenerek, altta yatan dinamikleri çözmeye çalışarak. Bu ülkeyi, bu insanları ayırt etmeden severek, çok ama çok çalışarak, çok ama çok okuyarak. Benim bilgim ve aklım böyle söylüyor. Kimbilir belki başka formüller vardır belki, sihirli formüller. Varsa, ben de  bilmek ve öğrenmek çok isterim doğrusu.
Sık sık, Aynştayn’ın sözü gelir aklıma; “Aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemek deliliktir (aptallıktır) “ diye. Bizler yıllardır aynı şeyleri deneyerek farklı sonuçlar bekleyenleriz gibi düşünüyorum bazen. Oysa terörün nasıl bitirilebileceği ile ilgili bilimsel çalışmalar, deneyimler var. Bunlardan yararlanmak gerek. Mesela Selçuk Hoca’nın bu yazısı tekrar tekrar okunmalı . http://sosyal.hurriyet.com.tr/yazar/selcuk-sirin_530/baldiran-zehiri-hala-rafta-sizi-bekliyor_29769836

Sözün özü, lanet okumaktan ziyade acımızı yaşayıp yasımızı tuttuktan sonra “Neler yapabiliriz?” e topluca kafa yorduğumuzda hiç olmazsa ilerleme kaydedebiliriz, buna inanıyorum. 

Çarşamba, Ekim 05, 2016

Sıkıştık Kaldık

İstanbul’da yaşayanların en çok baktıkları şeydir saat ve trafik, yol durumu. Bir yere gitmeye heveslenmeye görün, o an başlar hesaplamalar, hangi yolu kullansam daha çabuk giderim, trafiğe takılmam. Hadi diyelim rahatça gittiniz planladığınız yere, daha koltuğa oturmadan dönüş düşünceleri başlar; “ Trafiğe kalmadan kaçta çıkmak lazım, o saatte otobüsler ağzına kadar doludur, metroya mı gitsem, hangi yolu kullansam vs”. Diyelim aracınız var, ancak trafik akmıyor, yine bir sıkıntı yine bir stres. Stres gerginliğe, öfkeye ve mutsuzluğa sebep oluyor. Oysa bunun temelinde “sıkışmışlık” hissi var. Yaşadığımız yerler daracık, araçlarda üst üste sehayat etmeye çalışıyor, eğer eve vaktinde varma şansındaysak eve sıkışıp kalıyoruz. Çocuklarımız evlerde sıkışıp kalıyorlar. Güvenli (?) sitelerde oturanlar bile sıkışmış hissediyor kendilerini ve bunun adını koyamıyorlar. Tüm etkiler vücuda yorgunluk, isteksizlik, depresyon,ağrı olarak yansıyor. Gelsin doktorlar, gelsin haplar, baskılansın tüm belirtiler. Kök nedeni çözmeden tüm çabalar nafile.
Etrafımda kızgın anneler babalar görüyorum. Bazen aynı durumu kendimde de görüyorum. Neden böyle davranıyorum sorusunu kendime sorduğumda sebebin ruhumu daraltan “sıkışmışlık” hissi olduğunu hiddediyorum. Benliğime tehdit saydığım için de varolmamı engellediğini düşünerek kızmaya başlıyorum. Oysa bunda ne çocuğumun, ne eşimin suçu var.
Eski insanlar ne akıllıymış. Özellikle bir şehirde dağ ya da tepe benzeri bir yer varsa evlerini mutlaka onun yamacına yapar, hem rüzgârdan hem de ufka bakarak içlerini ferahlatmak duygusundan istifade ederlermiş. Şimdilerde etrafınıza bakın, gezecek bir park, ruhunuzu, nefesinizi dinlendirecek bir yeşil alan bulabiliyor musunuz ? Bulursanız şanslı azınlıktansınız. Oysa hepimiz sınırları belli olan bir kodes içinde değil miyiz ? Bunu içimizde hissetmiyor muyuz ? Sabah kalkıp bir kutuya binip (servis, otobüs veya araba) işe gidiyor, yine bir kutunun içine girerek gün boyu çalışıyor, iş bitiminde yine o kutumuza (evimize) dönüyoruz. Bizleri bireysel özgürlük adında bir kandırmaca ile uyuturlarken, herkes kendini dünyanın öznesi sayarken aslında ne kadar âciz olduğumuzu nasıl da unutuveriyoruz ?
Batı ülkelerine turstik seyahat edenler parklarından, bisiklet yollarından, insanların birbirlerine saygısından bahseder, durur. Hani derler ya, batının ahlakını almayalım, bilimini alalım, teknolojisini alalım, diye. Ben, batının insana bakış ahlakını da alalım derim, hiç olmazsa bunu denemiş oluruz.
“Tıp bu değil” adlı kitapta “Sağlığı etkileyen stresin önde gelen kaynaklarının hepsi birbirimizle huzurlu ve güvende hissedip hissetmediğimizle ilgili” yorumu yapılıyor.  İnsanın temel varoluş sebebinin “hayatta kalmak” olduğu düşünüldüğünde buna bağlantılı temel duygu “güvende olmak, hissetmek” . Güvende olduğunuzu hissetmediğiniz her an korku ve buna bağlı stres düzey oluşuyor. Bir de bakıyorsunuz gergin insanlar şehri olmuş yaşadığınız kent.
E ne yapmak lazım bu sıkışmışlık duygusundan kurtulmak için ? Hareket etmek, bol okumak, sevdiklerine sarılmak, gülümsemek, zaman kaygısına bulaşmadan anda olmayı becerebilmek, tevekkülde olmakta yatıyor ipuçları galiba. En azından sancıyı azaltacaktır.
Lakin neo liberalizm tarafından kuşatılmış insanın kurtulması için, gerçekten özgürlüğü hissedebilmesi için çok çaba sarfetmesi gerekiyor. Bireysel özgürlük bu kadar pompalanırken, sıkışmışlık hissetmenin o kadar çok sebebi var ki.  Kök neden aslında büyük kafesin içinde olmak.
Kafesi parçalamak ? Bunu yapmak için çok çaba, ter, bazen gözyaşı yani bedel gerekiyor.


Cuma, Ağustos 19, 2016

Atları bağlayın,geceyi burada geçireceğiz

Çocukluğumuzda TRT’de yayınlayan kovboy filmlerinde sık duyduğumuz bir replikdir;” Atları bağlayın geceyi burada geçireceğiz”. Melisa Kesmez, genç kuşak başarılı öykücülerimizden. 1980 İstanbul doğumlu, sosyoloji okumuş, çeşitli dergi ve gazetelerde yazıları ve söyleşileri yayınlanmış. Keriman isimli bir kedisi var.
Sel Yayıncılık’tan çıkan, içinden bir duru su gibi öyküler akan kitap 138 sayfa. Kesmez kitabını anneannesine adamış. 25 birbirinden farklı, günlük yaşamda geçen hikayeler.En iyisi, hikayelerden kısacak bölümler yazalım ki, çeşnici olarak siz karar verin lezzetlerine.
Sakin göllerin kuğusuyduk
Bilgisayarın geri dönüşüm kutusu şaşkın; durmadan “Bu dosyayı kalıcı olarak silmek istediğinizden emin misiniz?” diye soruyor.
Şubat
Korkarım biz de herkes gibi birbirimizin hayatından bir tufahlık olarak geçip gideceğiz, dedi.
Bir dost
Dedim ki;”Kalbinin bir ucunu bir başkasınınkine teyellemek istiyor insan. Hepsi bu”
Dedi ki; ”Yaşlanıyorsun”  
********************************************
Aklımızın devre dışı, sadece kalbimizin olduğu yıllar, bilirsin. Kalp “git” diyor, gidiyoruz. “Sev” diyor, seviyoruz.
Kıpırtısız
Ben çocukken, iyi değildi annem. Depresyon dedikleri bir illetti savaştığı.Çocuk aklımla anlamıyordum birşey konuşulanlardan, çocuk lûgatimde yoktu ki öyle birşey.” Annen hasta” diyorlardı da, basmıyordu kafam kanlı canlı bir insanın hasta oluşunu.
Şiirsiz
Herşeyi baştan anlatmalı. En baştan. Sakarya’da kalabalık bir masada denk geldik onunla o gün. Uzun rakı sofraları ne içindir ki zaten? Hayatın curcunası içinde bir türlü denk gelemediklerimizle denk gelmekten başka.
*********************************************
Ellerim köpüklü suyun içinde, “Bir matkabın kullanma kılavuzundaki metinlerden farksız! Şiiri yok bu adamın! Düz! Dümdüz! diye haykırmışım boş evde.
Melisa Kesmez aynı zamanda kitabını “seslenen kitap” uygulamasında seslendirmiş. Eğer okuma fırsatı bulamazsanız, yazarın sesinden öyküleri dinleme fırsatı bulabilirsiniz. Yoğun trafikte olanlar için çok iyi de bir fırsat olur.

İster okuyun, ister dinleyin ama kitapla kalın sevgili okuyucu.  

Mutluluk Kulübü

Müge Çevik profesyonel bir koç. Uzun yıllar özel şirketlerde satış pazarlama alanında kariyer yapmış. Daha sonra kalbinin sesini dinleyerek bambaşka alanlara yelken açmış. İlk kitabı “Mutluluk Kulübü” ilk basımını Mart 2015’de yapmış, Libros Yayınları’ndan çıkan 246 sayfalık bir şeker kitap. Müge, oldukça üretken bir yazar, tam bir yıl sonra “İlişkisi Var” adlı çok güzel bir kitap daha yazdı. Bugünlerde her iki kitabı da kitapçılarda bulabilirsiniz.
Çağımızın vebası belki de mutsuzluk.Yoğun şehir hayatında, makineleşme arttıkça hayatımız kolaylaşacağı, daha fazla zamana sahip olacağımızı düşünmemize rağmen gittikçe artan bir sarmal, stres ve mutsuzluk bizleri kuşatıyor.
Kitabın başında sevgili Müge, “Mutluluk Kulübü mutlu olan insanlardan çok, mutluluğa cesaret ile niyet edenlerin kulübüdür”, diyerek sıkı bir giriş yapıyor. Şems-i Tebrizi’nin bayıldığım sözü; “Derdin neyse, davan o ‘dur” sözüyle de ilk bölüme başlıyor.
Çocukluğundan bu yana, hatta daha okula gitmeden evvel “Madem öleceğiz neden doğuyoruz?” sorusunu soran bir aykırı kız çocuğu profili çiziyor Müge. Aslında pek de aykırı dememeli. Biz değil miyiz, en akla gelmeyen soruları çocukluğunda soran ? Ancak Müge’nin farkı, soruların peşini hiç bırakmamış, hâlâ da cevapları aramaya devam ediyor.
Kitabın içinde derin felsefi dokunuşlar var. “Ölüm varsa ben yokum, ben varsam ölüm yok. O zaman korkmak neden?” sizi ilk sayfalarda sarsacak ve düşünmenizi sağlayacak. “Otuzlarıma yaklaşırken bilmediklerim bildiklerimden çoktu” diyor yazar, adeta bir yaşam muhasebesi yapıyor. Gestalt felsefesi ile dönüşürken, başka ufuklara da yelken açıyor Müge.
Hastalıkların duygusal kökenleri hakkında bilgilendiriyor kitap bizleri. Örneğin; karaciğer, pankreas öfkemizin merkezidir. Uzun süre öfke taşıyanlarda bu organlarda rahatsızlıklar görülür, deniyor.
Yazar-koç, danışanlarının bazı ortak özellikler gösterdiğinden bahsederken bakın ne kadar da tanıdık cümleler kuruyor;
  • ·         Herkes hayatı hızlı değişsin ama kendi aynı kalsın istiyordu.
  • ·         Hep bir dış faktör mutluluğu engelliyordu. Bu engelin adı bazen patron, bazen eş, bazen para veya hastalık oluyordu.
  • ·         Herkes bir mucize bekliyordu. Hatta biri çıkıp ne yapacağını söylesin, veya “Kırmızı hapı iç, yarına bir şeyin kalmaz” desin istiyordu.
  • ·         Konu sağlık, aşk, para, kariyer her ne olursa olsun mutlaka bir parça eksikti ve o eksik eldeki herşeyi de gölgeliyordu.

Müge, koçluk grupları ile yaptığı çalışmalar sonunda kitabı yazmaya karar vermiş. Adeta tüm bu çalışmaların mahsülü olmuş bu sıcak kitap.

Herkesin kişisel yolculuğu kişiye özeldir. Bu yüzden kitabın sonunda aradığınız parçayı bulmuş olmanızı garantileyemem, ama kitap boyunca nasıl bir yoldan giderek aramanız gerektiğine ve aramanın en az bulmak kadar kıymetli olduğuna dair pek çok ipucu bulacağınızın ve kulübün kapılarının herzaman herkese açık olduğunun sözünü verebilirim diyor Müge. Var ol Müge, fikirlerin hep aksın, kalemin hep yazsın.

Cumartesi, Temmuz 09, 2016

Bazen Bir “Tık” Sesi, Bir Hayat Kurtarabilir

Martı dergisinde yayınlanan yazılarımdan bir tanesi.


http://www.martidergisi.com/bazen-bir-tik-sesi-bir-hayat-kurtarabilir/#more-13368

Özerk Benlik Kul Benlik

Bir kitap okurken, içinde tavsiye edilen başka bir kitabı hemen okunacaklar listeme alırım. Prof.Dr.Orhan Öztürk’ün “Özerk Benlik Kul Benlik” kitabını da başka bir kitap okurken fark etmiş ve satın alınacaklar listeme almıştım.
Ergenlik çağımdan itibaren Türkiye’deki sosyal yapıya, insanımızın davranış biçimlerine ilgi duydum. Bunların sebepleri üzerine okudum, düşündüm, bilgisi olduğunu düşündüğüm insanlarla istişare ettim.Bu konularda ufkumu açan üç kitap öne çıktı; biri Halil İnancık hocamızın Devlet-i Âliyye, Doğan Avcıoğlu’nun Türkiye’nin Düzeni ve şu anda tanıtımını yaptığım Özerk Benlik Kul Benlik adı kitaplar. Bunlar ömrümün sonuna kadar başucumda kalması gerektiğini düşündüğüm kitaplar.
Prof.Dr.Orhan Öztürk Ankara Üniversitesi, Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesinde öğretim üyeliği yapmış bir duayen. Türk Psikiyatri Derneği kurucu başkanı, Dil Derneği üyesi, Amerikan Psikiyatri Birliği muhabir üyesi.
Orhan Hoca 60 yıllık hekimlik deneyimini 200 sayfalık bir hazineye çevirmiş. Kitap, Okuyan Us yayınlarından çıkmış. Yazar, iyi derecede İngilizce bilmesine rağmen Türkçe terimlerle yazmaya özen göstermiş. Derin bilgi birikimini sıradan bir vatandaşın anlayacağı sadelik ve berraklıkta okuyucuya aktarmasını becermiş.Okuyucu, aynı zamanda yeni kelimelerle de karşılaşıyor kitapta, örneğin “bilseme”. Öğrenmeye meraklı olmak şeklinde açıklayabileceğimiz güzel bir kelime.
Yazar, bilseme(merak), keşfetme duygusunun çocukta doğuştan itibaren var olduğunu, bunun bir biyolojik temelli dürtü olduğunu ancak çevre ve aile tarafından baskılarla öldürüldüğünü ve kul benlik oluşturulduğunu kanıtlarıyla sunuyor.
Einstein bilsemeyi küçük bir narin bilgiye benzetirmiş, bu bitkinin en önemli gereksiniminin “uyaranlar ve özgürlük” olduğunu ifade edermiş.
Kul benliğin Osmanlı Döneminde etkilerinden de örneklerin verildiği kitapta, matbaanın 277 yıl sonra ülkemize gelmesine rağmen, 20 yılda sadece 17 kitap basıldığı da yazılmakta.
Diğer yandan Türkiye’de çok az işlenen bir konu, sünnet ve toplumun yüklediği anlam, bunun etkileri, benlik oluşumunda etkileri çok çarpıcı bir şekilde aktarılıyor. Kadına şiddetin kökenlerinde bu kul benlik yapısının yattığı çok net olarak örneklerle anlatılıyor.
“Kişi üstbenliğine ters düşen bir eylemde bulunduğunda suçluluk hisseder. Suçluluk duygusu özerk üst benlik göstergesidir. Ortalıkta kimse olmasa bile kişinin kendi içinden gelen bir duygudur. Utanç duygusu ise başkalarının yanında yaşanan, henüz benliğe mal edilmemiş değer yargıları karşısında algılanan bir duygudur.”

Orhan Öztürk, toplumun önemli bir kesiminin kaytarabildikleri sürece kuralların dışına çıkmaktan çekinmediğinden, kendiliğinden içselleştirilmiş değerlerin oluşmamasının bunun sebebi olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla bu tür özerklik kazanamamış bireyler bağımlı üstbenlikleri sebebiyle otorite karşısında emir kulu olmakta, yekte(otorite) olmadığı durumlarda başıboş ve sorumsuz davrandıklarını belirtmektedir. Bu gizli hazineyi kaçırmamanızı öneririm.     

Mezeleri Güzel

Erdem Aksakal bir beyaz yakalı. Yazılarını ilk olarak Ot dergide okuduğum yetenekli yazarın ilk kitabı Ot Kitap’tan piyasaya çıktı. Toplam 157 sayfadan oluşan kitabın dili çok renkli. Sıcak satırlar sizi bir anda konunun içine çekiveriyor. Bir de, siz de beyaz yakalı bir çalışansanız, “Bu kadar mı benzer olur herşey” diyerek hem hayret ediyor, hem de içten bir kahkaha patlatıyorsunuz.
Aksakal 1980 doğumlu bir genç yazar. Üst düzey bir beyaz yakalı olan Aksakal, plazalarda çalışan kesimin kendini beğenmiş tavırlarını çok güzel hicvediyor. Kitabının başında; “Kariyer adlı mazotla çalışan, insan suretindeki makinelerden bahsedeceğim” diyerek okuyucuyu bir anda konunun içine dahil ediveriyor.
Beyaz yakalıların işçi olmasına rağmen bu gerçeği reddeden, kendisini patron zanneden acayip bir zümre olduğundan dem vuruyor. Aslında kitabın bir anlamda, beyaz yakalıların kötü çocuklar olmadığını ispat etme ve verilen gazı kolayca yuttuğunun hesabını verme çabası olarak nitelendiriyor. Plazalarda görünen ve renkli olarak zannedilen yaşamın gerçeğinde bir beyaz yaka gibi renksiz ve soluk olduğunu adeta yüzünüze çarpıyor.
Satır aralarında şiirsel anlatımlar aynı zamanda felsefik bir derinlik de katıyor kitaba. “Ayna kaplı olması tesadüf değil plazaların. Hem havalı görünür hem de aynalar –Kendini ancak bu binanın dışındayken tanıyabilirsin- der.”
Bazen de yumuşak bir fiske atıyor okuyucunun yüzüne yazar; ” Zaten orta halli bir şirketteki finans müdürünün, pazarlama şefinin lider mider olmadığını aptallar bile bilir” deyiveriyor.
Network denilen sihirli kelimenin, ilişkiler ağının nelere kâdir olduğunu açık örneklerle anlatıyor, hem de pek sıcak örneklerle beziyor cümlelerini. Kendini çaresiz hisseden beyaz yakalının dertlerini söylenerek yok etmeye çalıştığından bahsediyor.
Oysa Türk Milleti’nin genel karakteristiğidir söylenmek. Zûl gelir bize söylemek, şikayeti bildirmek.Hem belki yandaş bulamayız söylerken, ama destekçi, onaycı buluruz söylenirken.
Kitaba adını veren beyaz yakalının harika mottosunu ise şöyle yazmakta Aksakal; “Sen, aslında meyhaneye giderken parayı iki şeye veriyorsun, yemek ve ortama. Eh, meyhane bir bar  ya da klüp olmadığına sadece aynı masada oturduğun insanlarla muhatap olduğuna göre, ortamdan sana ne ? “ Şovunu yapabileceğin tek alan kalır, yemek. Beyaz yakalı bu denklemi aylar yıllar önce kurmuş ve değişmez kriter aklına kazınmıştır;
“Mezeleri güzel mi?”

Bu neşeli, çarpıcı kitabı özellikle beyaz yakalıların okumasını tavsiye ediyorum. Pişman olmayacaksınız.

İnsan Mühendisliği

Kişisel gelişim, iş kitapları son yıllarda ülkemizde oldukça yaygınlaştı. Özellikle liderlik, yöneticilik, koçluk, mentorluk adı altında neredeyse her hafta yeni birkaç kitap piyasaya sürülüyor. Bu kitapların öncüsü mühendis Nüvit Osmay’ın 1968 yılında ilk basımı yapılan “İnsan Mühendisliği” kitabı.
Osmay, 1910 doğumlu bir Cumhuriyet alevi. Almanya’da makine mühendisliği eğitimi almış, kaynak mühendisliği üzerine de ihtisas yapmış. Tam 37 yıl Devlet Demiryolları’ndan mühendis olarak görev yapmış. 1969’da emekliye ayrıldıktan sonra, TÜBİTAK’ın meşhur “Bilim ve Teknik” dergisinin editörlüğünü 1980 yılına kadar yapmış. Bilimin bu kadar hor görüldüğü bir coğrafyada derginin tirajını 15 binden 90 bine çıkarmayı başarmış.
Kitabın başında Spinoza’nın anlamını hâlâ koruyan sözü sizi karşılıyor;” İnsan için kıymetli olan şey gene insandır” . Kitap ilk olarak “İnsan ve Mühendis” adıyla piyasaya çıkmış. Mart 2008’de Alfa Yayınları tekrar basmaya karar vermiş ve bu yılın Temmuz ayına kadar da 25 baskı yapmış. 558 sayfalık bu mücevher sizin gözünüzü korkutmasın, okumaya başladıktan sonra adeta bir su gibi akıyor. Kitap 4 ana bölümden oluşuyor; 1. İnsan, çevresi ve işi 2.İnsan amir rolünde 3.İnsan lider rolünde  4.İnsan ve eğitim. Aslında her bölüm ayrı bir kitap konusu. Hepsi derinlikli ve bütünsel br anlayışla yazılmış.
Osmay, “İnsanı insan yapan, okuldan sonra edindiği bilgilerdir” diyen yaşam bilgesi. 1964 yılında Halkevleri Genel Merkezi’nde D.K.D (Düşün, Konuş, Dinle) isimli topluluk önünde konuşma kursları başlatıyor. Amerika’da iken ünlü Dale Carnegie ile tanışmış, orada tüm kurslarına katılmış ve öğretmen sertifikası almış bir vizyoner insan, bir girişimci.
Kitabını harika bir içerikle sunan Osmay, her bölümde ünlü düşünür, devlet adamı ve felsefecilerin de sözlerini konuları destekleyici olarak kullanmış. Yaptığınız işi tutku, heyecan, analitik düşünerek, insanı ön planda tutarak yapılmasını öneren yazar bitmeyen bir merak ve vatan sevgisini de satır aralarında kullanmış.
Kitabın birçok bölümünde sanki günümüzü tarif eden pasajlar görülmekte. Aşağıdaki ayırım okuyanlara tanıdık gelecektir.
Örneğin; “Tolerans” adını verdiği bölümde taasubu 4’e ayırıyor Osmay;
1.       Cehaletten doğan taassup(bağnazlık)
2.       Menfaatten doğan bağnazlık
3.       Alışkanlıktan doğan bağnazlık
4.       Korkudan doğan bağnazlık
Harika sözlerle de kitabın sayfalarını beziyor;
“Ne kadar az bildiğimizi anlayabilmek için ne kadar çok şey bilmemiz gerektiği ne kadar gariptir. Cahil olduğunun farkına varmak bilgiye doğru atılmış büyük bir adımdır.” Disraeli
“Öğretimin sırrı, öğrenciye saygı duymadadır.” Ralph Waldo Emerson
“Benim hayat tecrübeme göre hiç kusuru olmayan insanların hiç erdemleri yoktur.” A.Lincoln

Bu kitabı mutlaka kitaplığınızda bulundurun, hem kendiniz hem sevdikleriniz için.

İncir Kuşları

2011 yılında eşim, o zamanlar  altı yaşında olan kızım ve kayınvalidemle, anne tarafından ailemizin köklerinin dayandığı  Saraybosna’ya bir seyahat yapmıştık.Rahmetli büyükbabamın doğduğu, delikanlı çağlarında ayrıldığı, zaman zaman hasretle, özlemle anlattığı topraklara gitmek beni çok heyecanlandırmıştı. Seyahatimiz Nisan ayının bir güneşli gününde başladı ve dört gün sürdü. Heyacan, merak, çoşku, hüzün tüm duygular içimde kıpır kıpır birbirine karışıyordu.
1990’lı yılların ortasında korkunç bir savaşla kıyıma uğrayan güzel insanlarımın, duygudaşlarımın, kandaşlarımın, soydaşlarımın vatanı Bosna. Kaldığımız dört gün bizi ailece çok etkiledi. Çünkü hâlâ, savaşın derin izleri insanların yüzlerinde okunabiliyordu.
Bosna savaşının olduğu yıllarda yirmili yaşlarımın başındaydım.  Patlamaları, katliamları TV’de izler, gazetelerde okurken adeta kanım donuyordu. Saraybosna’daki pazar yeri vahşeti bugün bile gözlerimin önündedir. Yıllar sonra, katliamının olduğu yeri ziyaret ederken hep o görüntüler aklımdaydı. ( Pazar yeri hâlâ pazar olarak kullanılıyor) . Her ne kadar duygulansanız da, tarifi imkansız kızgınlık duysanız da Saraybosna’ya gitmeden oradaki hüznü kelimelerle anlatmanız mümkün değil. O sadece yüreğin derinliklerinde hissedilebiliyor. Bu seyahatten bir yıl sonra yine yollara düştük, Bosna yine bizi çağırıyordu. Elemi, kederi, hasreti, misafirperverliği, mertliği, direnmeyi bize hissettirmek için yine bizi bekliyordu. Kırmadık bir kere daha gittik.
Bir kitap tanıtımı için uzun bir giriş olabilir ancak bunu yazmamdaki amaç bendeki Bosna hakkında farkındalığın hangi seviyeye çıktığı, bana nelere hissettirdiği hakkında biraz olsun fikir vermekti. Seyahatlerimizden sonra Bosna hakkında elime ne geçerse okudum. En çok etkilendiğim kitaplardan biri de Sinan Akyüz’ün Bosna Savaşı’nda geçen gerçek bir hikayeyi anlatan “İncir Kuşları” romanı oldu. 2012 yılı Şubat ayında ilk baskısı yapılan bu güzel kitap, aynı yılın Aralık ayına geldiğinde 20. baskısını yapmış. Alfa yayınlarından çıkan 328 sayfalık bu “inci” kitap okuyucudan da hak ettiği ilgiyi görmüş.
Roman, Boşnak kızı Suada’nın hüzünlü, acı dolu gerçek hikayesi. Her savaşta olduğu gibi, bunda da en çok siviller zarar görmüş. Suada’nın yaşadığı travmayı, acıyı anlatacak kelimeleri ben bulamadım ancak Sinan Akyüz bu duyguyu okuyucularına çok güzel aktarmış. Zaman zaman gözyaşlarınız sayfaları ıslatabilir, boğazınıza bir yumruk tıkanırken, içten içe ürperebilirsiniz. Akyüz, bu romanı ile beni adtea kendine müptelâ etti.
Romanda savaşın ana çıkış sebebi olan Sırp milliyetçiliğinin I.Kosova Savaşı’na dayandığı da anlatılıyor. Her iki tarafın korkunç kayıplar verdiği savaştan sonra I.Murat’ın ; “Allah bana bir daha böyle zafer göstermesin” dediği rivayet ediliyor. Bu savaş bir dönüm noktası olmuş, yüzyıllardır bu yenilginin intikamıyla yanmış Sırp milliyetçiler.
Kitapta Akyüz zarif betimlemeler ve tespitler  yapıyor. “Bir kadının saf güzelliği, sabah yataktan kalktıktan sonra belli olurmuş” derken, bir başka bölümde aşk ile ilgili “Gönül ağız açınca, dil konuşmaz olur, susar” diyerek arada okuyucuya nefes molaları veriyor.   
Sinan Akyüz günümüz çok okunan ve başarılı romancılarından biri. Bosna dramını anlattığı çok acıklı, hakikatli, keder dolu romanı okunmayı hâk ediyor.

Savaşsız, çocukların alabildiğine güldüğü, aydınlık bir dünya hâyâli ve duasıyla.

80 sayfaya 250.000 pound ve İnci gibi dişler

Zadie Smith, 1975 doğumlu, Jamaika asıllı bir İngiliz kadın yazar. Smith bu romanının müsveddesini yayınevine götürdüğünde 250.000 pound, evet yanlış okumadınız, ikiyüzelli bin pound avans almayı başarmış. Aslında bu bilgi bile bu kitabın ilgi çekmesini, bu yüzden okunmayı hâk ediyor.
Aslında yayınevi de bu alışverişten oldukça kârlı çıkmış. Kitap piyasaya çıkar çıkmaz hem İngiltere’de hem de dünyada büyük başarı kazanmış. 2000 yılında Guardian gazetesinin “En iyi çıkış” ödülünü bu kitapla kazanan Smith, bir çok yazarın gıpta ile seyrettiği bir sükse elde etmiş. Ünlü romancı Julian Barnes bu roman için; “Bir romancı olarak, içimi kıskançlık ateşi kavuruyor” demiş.
Beni bu romana bağlayan etkenler romanın geçtiği ortam olan Londra’nın kenar mahalleleri ve karakterlerdi. Benim de yaklaşık 20 yıl evvel o mahallelerde yaklaşık altı ay dil kursu için yaşamam, o havayı teneffüs etmem, roman karakterlerini yakın ve tanıdık bulmam bunda etkili olmuş olabilir.
Smith, bu kenar mahallelerde çok renkli karakterler sunuyor bizlere. Roman adeta bir eğlence ve şölen tadında akıp gidiyor. Farklı insanların, renklerin, geleneklerin, kültürlerin, dinlerin, çatışmaların, kaynaşmaların, insana ait ne varsa bu romanda kıvamında bulunuyor. Zadie’nın stili adeta tadı damakta bırakan bir lezzet şöleni.
İnci gibi dişler romanının dizi hakkını BBC 5 milyon sterlin karşılığında satın aldığını söylersek ne kadar büyük bir başarı elde ettiğini bir kez daha tescil etmiş oluruz.
Everest yayınevinden Mefkure Bayatlı çevirisi ile piyasaya çıkan kitabın iki boyu piyasaya verilmiş. Benim okuduğum cep boyu 608 sayfadan oluşuyor. Sayfa sayısı okuyucuyu korkutmamalı, çünkü zevkle okunan bir roman.
Smith kitabını yerinde felsefi dokunuşlarla zenginleştiriyor;
 “En zor şey dünyaya gelmek,bunu başardıktan sonra sorun yok” 
“ Boşanma budur işte; artık sevmediğin insanlardan istemediğin şeyleri geri almak”
“Bir inançtan kurtulmak, tuz elde etmek için deniz suyunu kaynatmaya benzer.Bir şey elde edilirken, diğeri yitirilir.”
“Clara’nın inancı gelgit suları gibi çekilivermişti ve Archie, tesadüf eseri fıkradaki adam oluvermişti; yeryüzündeki son erkek. ”
Alfred Archibald Jones ile Samet Maya’nın 2.Dünya Savaşı sırasında başlayan kader arkadaşlığı ve dostluğunun Londra’da sarsılmaz bir güvenle sürmesi, evlenmeler, doğumlar, çocuklar, maddi zorluklar, inançlar ve müthiş renkli bir arka plan. Ve müthiş bir final.
Zadie Smith’le tanışın, diğer kitaplarını da merakla bekleyeceksiniz.

Smith’in romanı ile beni tanıştıran Cemal Tunçdemir’e içten teşekkür etmek isterim.