Çarşamba, Ekim 05, 2016

Sıkıştık Kaldık

İstanbul’da yaşayanların en çok baktıkları şeydir saat ve trafik, yol durumu. Bir yere gitmeye heveslenmeye görün, o an başlar hesaplamalar, hangi yolu kullansam daha çabuk giderim, trafiğe takılmam. Hadi diyelim rahatça gittiniz planladığınız yere, daha koltuğa oturmadan dönüş düşünceleri başlar; “ Trafiğe kalmadan kaçta çıkmak lazım, o saatte otobüsler ağzına kadar doludur, metroya mı gitsem, hangi yolu kullansam vs”. Diyelim aracınız var, ancak trafik akmıyor, yine bir sıkıntı yine bir stres. Stres gerginliğe, öfkeye ve mutsuzluğa sebep oluyor. Oysa bunun temelinde “sıkışmışlık” hissi var. Yaşadığımız yerler daracık, araçlarda üst üste sehayat etmeye çalışıyor, eğer eve vaktinde varma şansındaysak eve sıkışıp kalıyoruz. Çocuklarımız evlerde sıkışıp kalıyorlar. Güvenli (?) sitelerde oturanlar bile sıkışmış hissediyor kendilerini ve bunun adını koyamıyorlar. Tüm etkiler vücuda yorgunluk, isteksizlik, depresyon,ağrı olarak yansıyor. Gelsin doktorlar, gelsin haplar, baskılansın tüm belirtiler. Kök nedeni çözmeden tüm çabalar nafile.
Etrafımda kızgın anneler babalar görüyorum. Bazen aynı durumu kendimde de görüyorum. Neden böyle davranıyorum sorusunu kendime sorduğumda sebebin ruhumu daraltan “sıkışmışlık” hissi olduğunu hiddediyorum. Benliğime tehdit saydığım için de varolmamı engellediğini düşünerek kızmaya başlıyorum. Oysa bunda ne çocuğumun, ne eşimin suçu var.
Eski insanlar ne akıllıymış. Özellikle bir şehirde dağ ya da tepe benzeri bir yer varsa evlerini mutlaka onun yamacına yapar, hem rüzgârdan hem de ufka bakarak içlerini ferahlatmak duygusundan istifade ederlermiş. Şimdilerde etrafınıza bakın, gezecek bir park, ruhunuzu, nefesinizi dinlendirecek bir yeşil alan bulabiliyor musunuz ? Bulursanız şanslı azınlıktansınız. Oysa hepimiz sınırları belli olan bir kodes içinde değil miyiz ? Bunu içimizde hissetmiyor muyuz ? Sabah kalkıp bir kutuya binip (servis, otobüs veya araba) işe gidiyor, yine bir kutunun içine girerek gün boyu çalışıyor, iş bitiminde yine o kutumuza (evimize) dönüyoruz. Bizleri bireysel özgürlük adında bir kandırmaca ile uyuturlarken, herkes kendini dünyanın öznesi sayarken aslında ne kadar âciz olduğumuzu nasıl da unutuveriyoruz ?
Batı ülkelerine turstik seyahat edenler parklarından, bisiklet yollarından, insanların birbirlerine saygısından bahseder, durur. Hani derler ya, batının ahlakını almayalım, bilimini alalım, teknolojisini alalım, diye. Ben, batının insana bakış ahlakını da alalım derim, hiç olmazsa bunu denemiş oluruz.
“Tıp bu değil” adlı kitapta “Sağlığı etkileyen stresin önde gelen kaynaklarının hepsi birbirimizle huzurlu ve güvende hissedip hissetmediğimizle ilgili” yorumu yapılıyor.  İnsanın temel varoluş sebebinin “hayatta kalmak” olduğu düşünüldüğünde buna bağlantılı temel duygu “güvende olmak, hissetmek” . Güvende olduğunuzu hissetmediğiniz her an korku ve buna bağlı stres düzey oluşuyor. Bir de bakıyorsunuz gergin insanlar şehri olmuş yaşadığınız kent.
E ne yapmak lazım bu sıkışmışlık duygusundan kurtulmak için ? Hareket etmek, bol okumak, sevdiklerine sarılmak, gülümsemek, zaman kaygısına bulaşmadan anda olmayı becerebilmek, tevekkülde olmakta yatıyor ipuçları galiba. En azından sancıyı azaltacaktır.
Lakin neo liberalizm tarafından kuşatılmış insanın kurtulması için, gerçekten özgürlüğü hissedebilmesi için çok çaba sarfetmesi gerekiyor. Bireysel özgürlük bu kadar pompalanırken, sıkışmışlık hissetmenin o kadar çok sebebi var ki.  Kök neden aslında büyük kafesin içinde olmak.
Kafesi parçalamak ? Bunu yapmak için çok çaba, ter, bazen gözyaşı yani bedel gerekiyor.