İstanbul’da yaşayanların en çok baktıkları şeydir saat ve
trafik, yol durumu. Bir yere gitmeye heveslenmeye görün, o an başlar
hesaplamalar, hangi yolu kullansam daha çabuk giderim, trafiğe takılmam. Hadi
diyelim rahatça gittiniz planladığınız yere, daha koltuğa oturmadan dönüş
düşünceleri başlar; “ Trafiğe kalmadan kaçta çıkmak lazım, o saatte otobüsler
ağzına kadar doludur, metroya mı gitsem, hangi yolu kullansam vs”. Diyelim
aracınız var, ancak trafik akmıyor, yine bir sıkıntı yine bir stres. Stres
gerginliğe, öfkeye ve mutsuzluğa sebep oluyor. Oysa bunun temelinde
“sıkışmışlık” hissi var. Yaşadığımız yerler daracık, araçlarda üst üste sehayat
etmeye çalışıyor, eğer eve vaktinde varma şansındaysak eve sıkışıp kalıyoruz.
Çocuklarımız evlerde sıkışıp kalıyorlar. Güvenli (?) sitelerde oturanlar bile
sıkışmış hissediyor kendilerini ve bunun adını koyamıyorlar. Tüm etkiler vücuda
yorgunluk, isteksizlik, depresyon,ağrı olarak yansıyor. Gelsin doktorlar,
gelsin haplar, baskılansın tüm belirtiler. Kök nedeni çözmeden tüm çabalar
nafile.
Etrafımda kızgın anneler babalar görüyorum. Bazen aynı
durumu kendimde de görüyorum. Neden böyle davranıyorum sorusunu kendime
sorduğumda sebebin ruhumu daraltan “sıkışmışlık” hissi olduğunu hiddediyorum. Benliğime
tehdit saydığım için de varolmamı engellediğini düşünerek kızmaya başlıyorum.
Oysa bunda ne çocuğumun, ne eşimin suçu var.
Eski insanlar ne akıllıymış. Özellikle bir şehirde dağ ya da
tepe benzeri bir yer varsa evlerini mutlaka onun yamacına yapar, hem rüzgârdan
hem de ufka bakarak içlerini ferahlatmak duygusundan istifade ederlermiş.
Şimdilerde etrafınıza bakın, gezecek bir park, ruhunuzu, nefesinizi
dinlendirecek bir yeşil alan bulabiliyor musunuz ? Bulursanız şanslı
azınlıktansınız. Oysa hepimiz sınırları belli olan bir kodes içinde değil miyiz
? Bunu içimizde hissetmiyor muyuz ? Sabah kalkıp bir kutuya binip (servis,
otobüs veya araba) işe gidiyor, yine bir kutunun içine girerek gün boyu
çalışıyor, iş bitiminde yine o kutumuza (evimize) dönüyoruz. Bizleri bireysel
özgürlük adında bir kandırmaca ile uyuturlarken, herkes kendini dünyanın öznesi
sayarken aslında ne kadar âciz olduğumuzu nasıl da unutuveriyoruz ?
Batı ülkelerine turstik seyahat edenler parklarından,
bisiklet yollarından, insanların birbirlerine saygısından bahseder, durur. Hani
derler ya, batının ahlakını almayalım, bilimini alalım, teknolojisini alalım,
diye. Ben, batının insana bakış ahlakını da alalım derim, hiç olmazsa bunu
denemiş oluruz.
“Tıp bu değil” adlı kitapta “Sağlığı etkileyen stresin önde gelen kaynaklarının hepsi birbirimizle
huzurlu ve güvende hissedip hissetmediğimizle ilgili” yorumu yapılıyor. İnsanın temel varoluş sebebinin “hayatta
kalmak” olduğu düşünüldüğünde buna bağlantılı temel duygu “güvende olmak,
hissetmek” . Güvende olduğunuzu hissetmediğiniz her an korku ve buna bağlı
stres düzey oluşuyor. Bir de bakıyorsunuz gergin insanlar şehri olmuş
yaşadığınız kent.
E ne yapmak lazım bu sıkışmışlık duygusundan kurtulmak için ?
Hareket etmek, bol okumak, sevdiklerine sarılmak, gülümsemek, zaman kaygısına
bulaşmadan anda olmayı becerebilmek, tevekkülde olmakta yatıyor ipuçları
galiba. En azından sancıyı azaltacaktır.
Lakin neo liberalizm tarafından kuşatılmış insanın
kurtulması için, gerçekten özgürlüğü hissedebilmesi için çok çaba sarfetmesi
gerekiyor. Bireysel özgürlük bu kadar pompalanırken, sıkışmışlık hissetmenin o
kadar çok sebebi var ki. Kök neden
aslında büyük kafesin içinde olmak.
Kafesi parçalamak ? Bunu yapmak için çok çaba, ter, bazen
gözyaşı yani bedel gerekiyor.