Pazartesi, Eylül 30, 2019

Bir Podcast'in düşündürdükleri

Son dönemde sevdiğim işlerden biri podcast dinlemek. Sevgili Nilay Örnek’in “Nasıl Olunur?” program serisinde, Konda Genel Müdürü Bekir Ağırdır’la yaptığı doyumsuz sohbeti dinledim. Doğrusu çok beğendim ve Türkiye hakkında güncel bilgiler de edindim. Neler mi anlattı Bekir Ağırdır ? Çok şey. 
Öncelikle, son siyasi seçimlerde isabetli öngörüleri ile tanıdığımız Konda’nın başındaki bu başarılı adamın geçmişine bakalım. Bekir Bey, Anadolu’da mütevazı bir ailenin çocuğu olarak 50’li yılların sonunda dünyaya gelmiş. Yatılı okumuş. Üniversitede okumak için geldiği Ankara ODTÜ’de ilk defa birçok şeye tanık olmuş. Klasik müziğin ilk olarak Ankara’da tadına varmış. Çalışma hayatına büyük bir tesadüf eseri anketör olarak başlamış. Üniversite bittikten sonra uzun yıllar özel sektörde üst düzey yöneticilik yapmış. Emekli olduktan sonra, 50 yaşından sonra bambaşka bir alanda kariyer yapmaya başlamış. Meslek hayatına anketör olarak başlayan ancak daha sonra bu yoldan ayrılan Ağırdır, yıllar sonra yine bir araştırma şirketinde Genel Müdür olarak göreve başlamış. Türkiye üzerine çeşitli araştırmalar yapan şirketin zaman içinde yaptığı anketlerdeki bulgularından bir demeti paylaşmak istiyorum. Ağırdır’ın dilinden Türkiye ve bazı rakamlar, gerçekler;

  • Ülke olarak öğrenme ile ilgili sorunumuz var. Merakla, hobi için ya da zevkle öğrenme neredeyse yok denecek kadar az. Öğrenmemizi sağlayan iki güdü var; biri zorunluluk, diğeri yarar. Yani bir bilgiyi ya zorunluğu olduğu, ya da yararını bildiğimiz için öğrenme eğilimindeyiz.
  • Bir çok konuyu tartışmıyoruz. Kabullerimiz fazla.Değişmemek maharet değil.
  • Anket yapılırken ilk intiba çok önemli. İknâ sürecinde özellikle ilk intiba çok önemli rol oynuyor. Ankete giden kişi o bölgeye de uygun olmalı, örneğin Şırnak’a gidiyorsa Kürtçe bilmeli. Eğer anket yapılan kişiye güven verebilirseniz samimi olarak düşüncelerini paylaşıyor ve doğru cevaplar veriyor. Toplu olarak anket yapmıyoruz. Daha ziyade insanların evlerinde anket yapmayı tercih ediyoruz.
  • Örneklem mutlaka Türkiye örneğine uygun olmalı. Örneğin Türkiye’de okuma yazma bilmeyen %7-%8 oranında ise seçilen örneklem içinde bu yüzde aynı oranlarda yer almalı.
  • Ülkemizde maalesef “muhakeme” çok az. Bunun en önemli sebeplerinden biri eğitim sistemi. Test ve ezbere dayalı bir sistem olması bunu tetikliyor.
  • Ülkede önemli ölçüde kutuplaşma sorunu var. Bu da zaman içinde gettolaşmaya  sebep olabilir.
  • Türkiye’nin duygu durumunu “tedirgin” olarak nitelendirebiliriz. İnsanların önemli bir bölümünde gelecek korkusu mevcut. Bununla beraber gelecek algımız giderek kısalıyor. Yapılan anketlerde ankete katılanların yaklaşık üçte biri gelecek olarak 3 yıldan daha kısa bir süreyi görüyor. 
  • Şirketlere çok sayıda araştırma yapıyoruz. Özellikle genç çalışan nüfusun yönetime katılması için bir söylem duyuyoruz. Oysa o genç çalışanların önceliği işlerini korumak, iş güvencesi. Yönetime katılım daha sonraki öncelikleri.
  • Yapılan anketlerde katılanlara bugünkü Türkiye’yi ne tanımlar diye sorduğumuzda ilk on sıfatın tamamı olumsuz. Her ne siyasi düşünceden olursa insanların tamamı olumsuz olarak durumu nitelendiriyor.
  • Bizi ne birleştirir? Bizi “adalet” birleştirir. Zirâ yapılan anketlerde insanların % 70’i birinci sırada adalet istiyor, yaklaşık % 30’u huzur istiyor. Ancak adalet derken bunu hak sahibi olma, söz sahibi olma anlamında kullanan da çok. Mesela kadınlar, alınan kararlarda daha çok söz sahibi olmak istiyorlar. Yani adalet derken, tanınma, kara sürecine katılımı da adalet olarak yorumluyor.
  • Ülkede herkes kendine “aşık”. Herkes mükemmelliyetçi, herkes çalışkan, herkes dürüst.
  • Türkiye nasıl bir ülkeye benzesin sorusuna ise %64 bir Batı ülkesinin adını veriyor. Yani aslında kuralları, düzeni olan, adaleti düzgün çalışan bir sistemi arzu ediyor. Öte yandan % 29’luk bir kesim de biz kimseye benzeyemeyiz, biz bize benzeriz, diyor.
  • Belirsizlikle yaşıyoruz, sorun bunu kurumsallaştıramamak.
  • 10 milyon imar affına başvuru olmuş, devlet vatandaşla barışıyor diye seviniyoruz. Her dört binadan biri kaçakmış diye düşünmüyoruz.
  • Toplumda kutuplaşmayı azaltmak için temasın artması gerekiyor. Ortak ufku kaybettik.
  • Yaşadığımız çağ değişiyor. Bu kadar belirsizlik ve tedirginlikle uğraşırken değişen çağın tesiri Fransa’da iki şiddetinde hissedilirken, bizde sekiz şiddetinde hissediliyor.
  • Hukuk hepimize lazım, sadece “günah” kavramı yeterli olmuyor.
  • Bizim insanımız “temasla" güveniyor. Temas sadece dokunmak değil. Güven için de üç şart gerekiyor;
  • Samimi ve sahici olacaksınız,
  • Adil olacaksınız,
  • Ona rehberlik edecek, aynı yolda yürüyeceksiniz.
  • İnsanımız değişime müthiş açık. Bakın internet, mobil bankacılık vb kullanımı. İnsanımıza değişimin getireceği şeyler iyi anlatılırsa, sizi destekler.
  • Ülkenin yarısı 40 yılda bir yerden bir yere göçmüş. Hiç bir Batı ülkesinde bunu göremezsiniz, burası çok dinamik bir ülke.
  • Tüm değişim sürecini, yeni hayat ritmine uyan veya uyamayan olarak görmek gerekir. 
  • Medyaya güven oranı %20’ye gerilemiş. Yani bunu şöyle yorumlamak da mümkün, medyada gördüğümüz haberlerin ancak %20’sine inanıyoruz.
  • Eğitim sistemimiz içinde test önemli bir yer tutuyor. Testlerde bir doğru vardır, diğerleri yanlıştır. Oysa günümüz dünyasında doğrular birkaç tane. Sistemimizi bunu görmeye yönelik kurgulamamız gerek.
  • Kadınların % 70’i haklarını televizyondan öğreniyor. Okuyarak haklarını öğrenen sadece %10 seviyesinde. Televizyonu her zaman kötü olarak algılamamak gerek.  
  • Çıkış yolumuz bu ülkeden umudu kesmemek. Yarın sabah geleceği, kaderi beraber inşaa etmek için çabalamamız gerek.
  • Entellektüellerin ülkeye güvenmesi gerekiyor. Gelecek nesillere güvenmemiz gerek.
  • Nasıl yaparız? Nasıl çözeriz?’e odaklanmamız önemli.

Bir saati aşan bu güzel söyleşiyi çok daha ayrıntılı dinleyebilir, güzel ülkem hakkında güncel bilgilere ulaşabilirsiniz.
  

Cumartesi, Haziran 22, 2019

Annemin ardından...

Bir Haziran günü annemi bu dünyadan uğurladık. Yaşı 87’di. Yaşı kaç olursa olsun, sevilen her insanın kaybı erkendir bana göre. Hele bu anne, baba gibi, birinci dereceden yakının olursa, insanın içi nasıl kavrulur bunu en iyi anne ve babasını kaybedenler bilir. Yine de ilk duam Allah’ın insanı evladı ile sınamamasıdır. 
Çok sevdiğim bir aile dostumuz taziye telefonunda bana;” Artık anne ve baba yok, oğlum şimdi büyüdün” dedi. Galiba ben çok da büyümek istemiyordum. Ne yapalım ilahi takdire karşı gelmek olmuyor.
Bundan tam 32 yıl evvel yine bir yaz akşamı babam 57 yaşındayken bir kalp krizi ile bu dünyadan göçmüştü. Krizi geçirirken yaşadıklarını görmüş, yanımda o can  verirken çaresizliği tüm damarlarımda hissetmiştim. Ani, can yakan bir kayıptı bizim için. Travma yaratan, uzun süre tesirini üzerinden atamadığımız bir vefat. 
Sevgili annemin kaybı ise 15 yıla yayılan bir hastalıkla oldu. Yavaş yavaş, adım adım, eridiğini gördük, yaşadık. Annem; hayat dolu, ideal kiloda olan, şen kahkahası ile çevresine enerji veren, yardımsever, ailesine ve sevdiklerine düşkün güçlü bir figürdü. Zaman içinde hastalıkla beraber, bu güzel kadının suskunlaştığına şahit olduk. Hemen müdahalede bulunduk, doktorlara muayene ettirdik. Ancak günümüz tıp şartlarında tedavisi çok da mümkün olmayan bir süreçte olduğunu ifade ettiler. İyi bakımla ancak bu süreci yavaşlatabilirmişiz.
Annemin hastalığı süresince uzun uzun bu sürecin bize ve ailemize nasıl etki ettiğini düşündüm. Hastalığın başlangıcında bir isyan hali içindeydik hepimiz. “Neden biz?” “Bu hastalık nereden geldi?” sorularıyla anlamsız bir sorgulama süreci içindeydik. Daha sonra bunun hastaya ve ona bakan bizlere bir fayda sağlamadığına kanaat getirdik ve neler yapabileceğimize odaklanmaya başladık. Madem hastalığı tedavi edemiyoruz, ilerlemeyi nasıl yavaşlatabiliriz, onun konforunu nasıl sağlayabiliriz, diyerek danışmaya, öğrenmeye çalıştık. 
Bunun önce annem için, sonra bizler için bir sınav olduğunu ve bunu iyi bir şekilde geçmek için iyi hazırlanmamız gerektiğini anladık. Okuduk, araştırdık, dinledik. Ne kadar çok şey öğrendik.
Annemle ilgili yaşadığımız her anın daha çok kıymetini bilmeye başladık. Onunla geçireceğimiz hiçbir zamanı kaçırmamaya özen gösterdik. Onunla geçirdiğimiz her anı yudum yudum içtik. Ona sık sık sarıldık, öptük, kokladık. Ona şarkılar söyledik, dualar okuduk, konuştuk.  İyi ki de öyle yapmışız. 
Şimdi bize gökyüzünden bakan pamuk annem, bize yaşattığın tüm güzellikler için sana minnettarız. Umarım evladın olarak hepimiz bu toplu sınavımızdan yüz akıyla çıkmışızdır. Seni çok ama çok özleyeceğimizi unutma lütfen. Seninle bir gün buluşacağız. O güne kadar senin sabrını, güleryüzünü, dayanıklılığını ve daha bir çok meziyetini kendimize örnek alacağız. Seni daima özlem ve büyük hasretle anacağız. Seni çok ama çok seviyoruz. Mekanın cennet olsun.



Perşembe, Nisan 04, 2019

Periler ve öğretmenler

Ahmet Şerif İzgören’in son kitabı “Masallarda bir peri çıkar karşınıza, gerçek hayatta öğretmen” Elma Yayınevi’nden çıkan 237 sayfadan oluşan sımsıcak bir eser. Güzel yurdumda herkesin hem fikir olduğu eğitimin kalitesi üzerine, öğretmenin önemine dair yazılmış, su gibi okunan güzel bir kitap. Şerif Hoca’nın kitaplarını okumam en fazla iki günümü alıyor, en karmaşık konuları bile en yalın haliyle yazabilen yazar aynı zamanda çok  iyi bir konuşmacı, eğitimci. İşin mutfağını çok iyi bildiği için kitabını da nefis örneklerle bezemiş. Ülkemde işini çok iyi yapan öğretmenler yok mu ? Çok, hem de pek çok. Peki bu güzel insanların sayısını nasıl arttırabiliriz ? Çocuklarımızın daha mutlu ve refah içinde yaşamasını nasıl sağlarız ? Şerif Hoca, sadece tespit yapmıyor, akıl vermiyor. Örnekleri anlatıyor, çıkarımları okuyucuların yapmasını bekliyor. Sorduğu sorular ise derin ve anlamlı. 
Kitapta, ismini yeni duyduğum, o kadar çok başarılı öğretmen örneği var ki, bu güzel insanlar bulundukları çorak ortama, yağmur gibi bereket getiren, ışık getiren, özverili insanlar. İçlerinde insan sevgisi, yurt sevgisi olan idealist öğretmenler. Tam da bu güzel, mavi kitabı okuduğum günlerde kızımın öğretmeniyle aramızda bir yazışma geçti. 
Canım kızım 8. sınıfta ve harıl harıl, sene sonunda gireceği sınava hazırlanıyor. Aslında hepimiz bu konuda çok gayret sarf ediyoruz. Kendisine destek olmak için gelen öğretmenlerinden biri bana, kızımın daha fazla soru çözmesi, daha fazla emek harcaması için bana mektup yazdı. Kendisini her ders sonunda göremediğim için ve kızımın yanında bu konuyu konuşmak istemediği için bana yazmayı tercih etmiş. Sabah 6’dan, gece yarılarına kadar okul, özel ders, konu, ödev ve testlerini yapmaya çalışan bu yavrucak daha ne yapsın ? Ben de sevdiğim ve değer verdiğim bu genç öğretmene şu satırlarla cevap verdim;
“……… Hanım merhaba, ilginize ve anlayışınıza teşekkür ederim. Kızıma yapabileceğiniz en büyük iyilik dersi sevdirmek olur. Eğer dersi, konuları sever ve anlarsa soruları zaten çözer. Türkçe şu açıdan çok önemli, biz kavramlar ve kelimelerle düşünüyor, hayal kuruyor, iletişim kuruyoruz. Bir öğretmen çok şey değiştirebilir, ya bir çocuğu kaybedersiniz ya da ona ışık olursunuz. Siz hangisini seçeceksiniz ? Ona nasıl farklı yaklaşacaksınız ? Türkçe'nin o büyülü dünyasını ona nasıl tanıtacaksınız ? Varsın kızım TEOG'da çok yüksek yerlerde olmasın, ancak sorumluluk sahibi olsun, yaşam sevinci, hayal gücü olsun, çalışkan olsun, kendine ve sevdiklerine değer veren bir yetişkin olsun, mutlu olsun. Kendi ayakları üzerinde durabilsin. Yüreğinde yanan ateşe uygun meslek bulabilsin, her gün işe giderken ayakları geri geri değil, koş koşa gitsin. Yaşam boyu öğrenmenin tadına varsın. Siz değerli bir öğretmensiniz, eminim kızıma çok büyük katkılarınız olacaktır, oluyor zaten. Bunun için için minnettarız. Sevgi ve saygıyla. Anıl”
Hani diyorlar ya, hayatta tesadüf diye bir şey yok, ben de buna inananlardanım :) 
Güzel, fedakar insanların hikayelerini okumak istiyorsanız, eğitim meselesini ülkemin bir numaralı önceliği olarak düşünüyorsanız bu kitap tam size göre.