Pazar, Şubat 13, 2022

Siyasetçilerin sorumluluk almamasının kökleri neler olabilir?

Siyasetçilerin, yöneticilerin, sorumluluk almaması günlük yaşam içinde sık dile getirilen şikayetlerden biridir. Daha doğrusu “olumsuz” sonuçlanan işlerden dolayı sorumluluk almamalarından dem vurulur. 

Herhangi bir sorun yaşandığında adeta “yapışmaz tava” özelliğine sahip olmaları, herhangi bir yaptırıma uğramamaları, ceza almamaları, sorumluluk üstlenmemeleri hep konuşulur.

Bu sorunun cevabının köklerine ait olabilecek önemli bilgileri Abdülbaki Gölpınarlı “Mevlana Celaleddin” adlı kitabında buluyoruz. 

Gölpınarlı büyük bir araştırmacı, tercüman, yazar. 82 yıllık ömründe bir çok eser kazandırmış. 


Gölpınarlı bakın kitabında bu konuyu nasıl işliyor?


İslamiyet’te, Hz. Muhammed vefat ettikten sonra ilk ayrılık yönetime hangi gruptan kişinin geçeceği ile ilgili olmuştur. Birinci grup Hz.Muhammed yaşadığı dönemde onunla konuşan, görüşen, savaşlara katılanlar olması gerektiğini ifade ederken, diğer grup ise Hz.Muhammed’in soyundan gelenlerin yönetime gelmesi konusunda ısrarcıydı“ diyor Gölpınarlı.


İlk fikri güdenler, Mekke'den Medine'ye göçenler (Muhâcirîn) ve bunlara yardım eden Medineliler (Ansâr) fırkalarına bölünmüş olmakla beraber nihayet muhacirler üst oldu ve Müslümanlıkta, seçim esasına dayanan bir idare tarzı kuruldu. 


Bu fırka, sonradan Sahâbenin hareketini büsbütün meşrû göstermek için onların istisnasız tam bir adalet sahibi (adl) olduğunu kabul ettiği gibi sahâbenin bir meselede birleşmesini de (icmâ) Kur'an ve hadîs, yâni Peygamber buyruğu derecesine çıkardı. Bu zümrenin yoluna, Peygamber'in sünnetine, yani söylediği, yaptığı ve kabul ettiği şeylere uyma mânasına gelen (Sünnilik), bu yola uyanlara “Sünni” dendi. 


İkinci fikri kabul edenlerse Sahâbenin adl olmadığını söylüyorlardı. Ali'ye ve Ehl-i beyt'e taraftarlık ettiklerinden yollarına taraftarlık (Şiilik), kendilerine taraftar ve taraftarlık eden (Şia, Şii) dendi. Sonradan bu fırka, Ehl-i beyt'in masûm, yani suç işlemez olduğu kanaatine vardı ki bu kanaat sahâbenin adl oluşu inancının bir karşı tepkisiydi”.


Devamında sorumluluk, kaza, kadere ilişkin şu satırları görüyoruz;


“Gene bu sıralarda Müslümanlıktaki esaslı fikir ayrılıklarından ikincisi meydana çıktı ki bu da kaza ve kader meselesiydi. 


Kulun, işlediği işteki rolü neydi? Bu işle Tanrının münasebeti var mıydı? 

İrade ve mesuliyet ne bakımdandı ve ne derecedeydi? 


İlk bakışta fikri bir mesele gibi görünen kaza ve kader de siyasi ayrılıkların tabii bir neticesiydi. 


Kulda ihtiyar ve irade kabul etmeyenler, vukua gelen siyasî ihtilâflarla bu ihtilâfların sonucunda işlenen hareketlerin ve dökülen kanların mesuliyetini Tanrıya yükleyerek işin içinden çıkıyorlardı. 

Kulda mutlak bir irade ve ihtiyar kabul edip Tanrının, herşeyin ne olacağını bilmesinin, kulu, o işi yapmaya zorlamadığını söyleyenlerse bir yandan mesuliyetin kula ait olduğunu bildirerek tenkidi, en dokunulmaz sanılan kişilere kadar teşmil ediyorlar, bir yandan da Tanrıyı yapılan işlerden tenzîh ederek onu, münakaşa edilmeyecek derecede kâmil bir adalet sahibi tanıyorlar, herkesin, yaptığının karşılığını çekeceğine inanıyorlardı.”


Ne dersiniz, bugün şikayet ettiğimiz konuların temelinde tarihi sebepler olabilir mi? Bunlar ne kadar etkilidir? Konuyu detaylı düşünmek ve irdelemekte fayda var.


#siyaset #sorumluluk #anılakın #anilakin #kader 


Pazar, Ocak 23, 2022

Bilgide olağanüstü artış beni neden strese sokuyor?

Güney California Üniversitesi’nden Dr Martin Hilbert ve ekibi çok ilginç bir araştırmaya imza atmışlar. Günümüzde bir kişinin maruz kaldığı bilgi bombardımanını 1986 yılıyla kıyaslamışlar. Ortaya kısmen tahmin edebileceğimiz ancak rakamı duyunca bizi şaşırtacak bir sonuç çıkmış. O dönemde  bir kişi ortalama 2,5 gazete sayfası uzunluğunda günlük bilgiye maruz kalırken bugün bu rakam 174 günlük gazetedeki dataya eşdeğer bir sayıya ulaşmış. 

Dr. Hilbert bundan 100 yıl evvel ömrü boyunca 50 kitap okuyabilen insanların şanslı sayıldığı çağdan günümüze gelindiğinde çocuk yaşta yüzlerce film seyreden kuşakların yetiştiğine dikkat çekiyor. (Bu durumda 100 yıl evvel hayatı boyunca 4.000’e yakın kitap okuyan Mustafa Kemal Atatürk’ün de biz kez daha ne olağanüstü bir iş başardığını idrak ediyoruz)

Peki bu olağan dışı büyüme insan beynini nasıl etkileyebilir? Uzmanlar insan türünün uyum sağlamada en başarılı türlerden biri olduğu konusunda hemfikir. Ancak evrimsel gelişim aynı hızda ilerlemediği için zaman zaman aksaklıklar olmuyor değil.

Bu kadar çok veriye maruz kaldığımız andan itibaren yaşanabilecek problemleri şunlar olarak sıralamak mümkün;

  • Bu data bombardımanında bilgileri zihinde sınıflayamamak, anlamlı bir çerçeveye oturtamamak,
  • Alınan bilginin doğruluğunu test etme olasılığının düşmesi,
  • Aşırı veri yüklemesi ile verilerin arasında bağlantı kuramamak ve bunun zihinsel yüke dönüşmesi,
  • Bir şeyleri kaçırıyor muyum endişesi ile zihinsel ve ruhsal güçlükler yaşanması,
  • Datanın bolluğu sebebiyle karar verme süreçlerinin uzaması ve harekete geçilememesi,
  • Beynin doğal yaklaşımından dolayı yakınlarımızdan elde ettiğimiz veriyi süzmeden doğru kabul etme yatkınlığımız,
  • Eksik kalan bilgileri zihnimizden alışkanlıklar ve paradigmalarla tamamlama olasılığımız.

İş hayatında kiminle konuşsak yoğunluktan ve her işin acil olmasından şikayet ediyor. Yoğunluk hissine bu büyük bilgi dağı, sebep olabilir mi? Bütünü olmasa bile, önemli bir parçası olması mümkün.

Peki bu işin sonucu nereye varır? Bunu kestirmek pek mümkün değil. Ancak şunu öngörmek mümkün. Tabii ki, evrimsel kuram gereği buna ayak uydurabilen kişi ve toplumlar ön plana çıkacak. Ayak uyduramayan birey ve cemiyetler geride kalarak nal toplayacaklar. 

Altı kişinin yılda bir kitap okuduğu bir ülkede doğru ve yanlışı ayırabilmek için verilerin kaynaklarını araştırabilecek, sorgulamalarla datayı test edecek bireylere, vatandaşlara ihtiyaç gözüküyor. Onun için ilk adımın iyi okuma alışkanlıklarını tesis etmek gerekliliği ön plana çıkıyor.

Ona da önce kendimizden başlamak gerekiyor herhalde. Her gün 10 sayfa okuyan bir kişinin yılda en az 18 kitap okuyabileceğini hepimiz hesap edebiliriz. O nitelikli kitapların her biri hayatımızı % 1 değiştirse, geliştirme üç yıl sonunda % 54 hayatımız, dünya görüşümüz, gelecek hayalimiz değişir ki bu inanılmaz bir dönüşüm olur.

Bu mücadele ve meydan okumaya var mısınız ?

İddaalı olanlarla üç yıl sonunda haberleşelim, o harikulade yolculuğu dinlemeyi çok ama çok isterim.

Sevgilerimle


Pazar, Ocak 16, 2022

Maslow bize Türkiye hakkında ne anlatıyor?

 “Toplumumuzda herkes, kendisine, sabit, sağlam temellere dayanan yüksek bir değer biçilmesine muhtaçtır ya da bunu ister”

Bu sözler Maslow’a ait. 

Abraham Maslow, dünyada tanınan ve “hümanist psikoloji”nin kurucusu olan önemli bir bilim insanıdır. Maslow’un  bir çok çalışması olmasına rağmen biz onu genellikle “İhtiyaçlar Hiyerarşisi” ile tanıyoruz. Psikoloji ve eğitim dünyasının sıklıkla kullandığı bu piramit aradan yıllar geçse de üzerinde düşünülmeyi ve tartışılmayı hak ediyor. Öncelikle bu piramidi bir anımsamakta fayda var;      

Maslow temelde fizyolojik ihtiyaçları konumlandırır. Bunlar, yaşamak için temel ihtiyaçlardır; Yemek, su, barınma, giyim kuşam, uyumak bu kategoride yer alır.

Bir üstte yer alan güvenlik ihtiyacında sağlık, iş, mal mülk, aile vardır. Sevgi ve aidiyet katmanında, samimi ilişkiler kurma ve başkalarıyla yakınlık kurma isteği yer alır. Zirveden bir önceki adım, ” özgüven” dir. İçeriğinde, güven, başarı, başkalarından saygı görme, itibar vardır. Ve en nihayetinde Nirvana “Kendini gerçekleştirme” adımıdır. Artık bu aşamada, yaratıcılık, özgün değerler ve kendini kabul etme vardır.

Peki tüm bunların benim ülkemde ilgisi nedir? Maslow, şunu savunur; “Herhangi bir basamaktaki ihtiyaçlar karşılanmadığı sürece bir üst basamağa çıkmak mümkün değildir” der. Ülkemizde yaşanan bir çok sorunun temelinde ilk iki basamaktaki ihtiyaçların hala tam olarak karşılanmaması yatıyor. Sağlıklı beslenme, barınma, sağlık hizmetleri ile ilgili ihtiyaçlar tam karşılanamamış durumda. Çoğumuz hayat mücadelesinde ilk önce ya birinci ya da ikinci basamaktayız. Buradaki ihtiyaçları   tamamlamaya çalışıyoruz. Bu temel basamaklar tamamlanmadan sevgi ve aidiyet tarafına geçmek mümkün gözükmüyor.

Şirketlerde patronlar ve yöneticiler çalışan bağlığını arttırmak için gayret sarf ederler. Oysa çalışan daha temeldeki sorunları çözemez, barınma, yemek, giyim gibi ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda olursa şirketine nasıl bağlı olabilir? Kafasında bu temel ihtiyaçları yaşanan çalışan nasıl özgüvenli olur, hele hele nasıl kendini gerçekleşme basamağına çıkabilir? Bu pek mümkün gözükmüyor. 

Ülkeler bazında incelediğimizde de ilk iki basamakta debelenen ülkelere “gelişmekte olan ülkeler” adı veriliyor. Yurttaşlarının temel ihtiyaçları karşılanmış ülkeler özgüvenli bireyleri topluma kazandırabiliyor, katma değerli işler, yaratıcılık, inovasyon buralarda hayat buluyor.

Maslow, kendini gerçekleştirme aşamasını da şöyle tarif eder; “Kişinin düşünce ve eylemlerinin kendi özgün değerleri tarafından şekillendirildiği gerçek bir özerklik halidir. Bu aşamaya ancak alttaki tüm ihtiyaçlar giderildiğinde gelmek mümkündür. Tüm bu ihtiyaçlarımız karşılandığında, kim olduğumuzu, gerçekten neye inandığımızı, nasıl yaşamak istediğimizi açıkça görebiliriz. Tam potansiyelimize ulaştığımız bu nokta hayatın gerçek amacıdır”* der.

Sorun sistem sorunudur. Ancak sistemleri de bireyler kurgular. Sağlıklı, temel ihtiyaçları karşılanmış, özgüvenli bireylerin oluşturduğu toplumlar geleceğe güvenle bakabileceklerdir. Bireyin tüm bu yapıyı fark etmesi, kendi gelişimi için adım atması, yaptığı iş kalitesini arttırması kartopu gibi büyüyecek ve refah içinde bir toplumun temelleri atılmış olacaktır.


Kaynak: Freud bu işe ne derdi ? - İş Bankası Yayınları