Pazar, Ekim 18, 2020

İclâl ve Raşit

Raşit: Dürüst, güvenilir

İclal:Büyüklük, kudret, saygı, ikram


“Ne güzel bir ömrün sonbaharına geldik, şükürler olsun!” dedi İclal, koluna sıkı sıkı sarıldığı Raşit’in. Kolay mı, daha 15 yaşındayken gurbet ellere gitmiş, acıyı, hasreti, özlemi iliklerine kadar hissetmişti.

Sonra o yakışıklı adam, dünyasını aydınlatıvermişti İclal’in. Almanya’nın o soğuk ikliminde, güneş görmeyen günlerinde adeta güneş gibi ısıtıvermişti içini Raşit. Onunla aynı yerden değildi, o Trakya kızıyken, Raşit medeniyetler beşiği denen bir yerden gelmişti. 

“Güneş saçlım” diye hitap ederdi ona Raşit. Ne de hoşuna giderdi bu söz. İçinde kıpırtılar olur, bazen boynuna sarılsam da bırakmasam diye düşünür, sonra da için için utanır, yanakları kızarırdı.

Artık zorlu Almanya zamanları hafiflemiş, harikulade iki evlat ortaya çıkmış, onlar evlenmişler, mis kokulu torunlar bile dünyaya gelmişti. Artık yılın yarısını, hayatlarının büyük kısmının geçtiği Almanya’da geçirirlerken, yılın yarısını da Türkiye’de geçiriyorlardı. 

Türkiye’de tek katlı, mütevazı bir ev almışlar, rengarenk çiçeklerle bezeli, güzel, samimi komşularla dolu günler geçirir olmuşlardı.

“Bunca çekilen çileye değdi”, diye düşündü İclal. 

“Hamdolsun bugünlerimize” deyip sımsıcak gülümsedi. 

Ayın pırıl pırıl görüldüğü bir yaz akşamında, yemek sonrasında yine kocasının kolunda küçücük kasabada turlayıp duruyorlardı. Kocasının yanında sanki parmak uçlarında yürüyor gibiydi. 

Soluklandılar ve parka oturup bir çay keyfi yapmak istediler. 

O güzel, demli çayın bir de yancısı olurdu. Her ikisi de sıkı bir sigara tiryakisiydi. 

İkisi de, birer tane sigarayı tellendirerek, dumanını sıcak yaz akşamında, gökyüzüne uçurdular. 

Raşit yine öksürmeye başladı. Bir süreden beri bu öksürükler sıklaşmış, biraz da canlarını sıkar olmuştu. Artık sigarayı bırakacaktı Raşit, kararlıydı. 

“Hem tüm sıkıntıları hafifletmişken artık bu meretten de kurtulmak gerek” diye düşündü Raşit. 

Zaten bırakacağına dair İclal’e de söz vermişti. Gerçi İclal de içiyordu ama onun daha sıkıntısı yoktu.

“Raşit, bir doktora mı görünsen, öksürüğün uzun sürdü” dedi İclal.

Karısının sözünü dinleyen adamdı Raşit. Uzun süren evliliklerin sırrı da bu değil miydi? Koşulsuz olarak erkeğin ipleri kadının eline bırakması. Bazen mahalle erkekleri kahveye giderken Raşit abilerini de çağırırlar ancak o; “Hanımın gelmediği yere ben de gelmem” derdi. 

“Ne hanımı be abi, okey oynayacağız. Onlarla başka program yaparız” önerilerine kulak asmaz, davetleri nazikçe red ederdi.


O hafta beraber doktora gittiler. Kötü haber tez verildi. Bir takım tetkikler, röntgenler fakat sonuç hiç iç açıcı değildi. 

O kötü hastalığın son evresindeydi Raşit. 

Apar topar Almanya’ya uçtular, belki bir umut vardır, belki yanlış teşhistir diye.

Ancak tüm umutlar boşa çıktı, lanet hastalık sarmıştı vücudu ve günler sayılıydı artık. 

“Hak, reva mı bu?” diye düşündü İclal. 

“Yıllarca didin dur, çabala, sevdiklerinden uzak kal. Tam biraz nefes almak, hayatın tadını çıkarmak fırsatı varken, kumpas kurmakta maharetli kaderin yaptığına bak. İnsanın hiçbir zaman herşeyi tam olamıyor” diye düşündü İclal. 


“Mutlaka bir şeyler eksik kalıveriyor. Tam, şimdi oldu dediğin anda, aslında bir pamuk ipliğine bağlı imiş tüm sahip olunanlar, hayaller, duygular. Kayıp gidiveriyor elinden. 

Olsun bununla da başa çıkacağız. Raşit’imi son ana kadar bırakmam, ben öyle olsam o da öyle yapardı, “diye içinden geçirdi İclal.


Olmadı, ne yapsalar fayda etmedi. Raşit’i kurtaramadılar. Adeta bir kuş gibi elllerinden uçtu gitti. İki evladının, torunlarının, sevdiklerinin, İclal’in göz yaşları içlerine aktı, aktı. 

    

Zamanın hafifletemediği ne var? 

Acı küçülmüyor belki ancak başka meşgaleler dağıtıyor hüznü. 

Hayat akmaya devam ediyor. 

Raşit, oldum olası düzenli bir adamdı. Herşey yerli yerinde olsun, aradığı herşey elinin altında olsun isterdi. 

Raşit’in bu dünyadaki rolü bitince, İclal, sevdiği adamdan kalan eşyaları düzenlemeye karar verdi. 

Bir süre sonra herkes aynı şeyi yapmaz mı ? 

Kimbilir belki de yeni bir evrenin habercisidir bu düzenleme. Bazen tatlı, hüzünlü sürprizler karşımıza çıkar karşımıza bazen de bilinmeyen bir hayatın gizemlerinin ipuçları.

Raşit öylesine tertipliydi ki, eskiye dair hiçbir evrağı da atmaz, saklardı. İşte o düzenli, eski kağıt kokan desteden İclal’in dikkatini çeken bir ayrıntı oldu. 

Yıllar önce Raşit düzenli olarak olarak bir kadın adına para göndermişti. 

Her ay gönderilen bir para. 

“Borç olsa o kadar uzun sürmez”, diye düşündü İclal. 

İçine bir kurt düştü, ancak o bildiğimiz küçüklerinden değil, kocaman, koskocaman bir kurt. Hemen bir sigara yaktı, her canı sıkıldığında yaptığı gibi. 

Öyle bir nefes çekti ki içine, adeta sigaranın yarısını bir kerede bitiriverdi. 

O güzel adamdan iki evladı vardı, bir oğlan bir kız. Onları çağırıverdi. Evrakları gösterdi, bunu öğrenmesi gerektiğini söyledi. Araştıracak, bulacaktı.


Almanya’da akrabaları da vardı. Çok yakınında olan ve kocanın akrabası olan Ali Raşit’ten yardım istedi. Ali Raşit ve Raşit uzun yıllar aynı işyerinde çalışmışlardı. Bir gece misafir ettikleri Ali Raşit ve karısına durumu anlattı. İçindeki kurtu da, içini nasıl kemir kemir çürüttüğünü de anlattı.

Ali Raşit ve karısının yüzlerinin bir anda düştüğünü gördü. Sanki bir şeyler biliyorlar ve saklıyorlar diye şüphelendi.

“Bir şey biliyorsanız, Allah aşkına söyleyin,” dedi.

Ali Raşit, başını öne eğdi, sesini alçaltarak; “Hele bir otur yenge” dedi. Sesi buyurgan değil, daha ziyade, rica eder tondaydı.

“Yıllar evvel, sen annenin hastalığı sebebiyle Türkiye’ye gitmiş ve uzunca bir zaman kalmıştın, hatırlıyor musun?” dedi.

Birden o günleri hatırladı İclal. Annesi hastalanmış, apar topar ülkeye gitmişti. Türkiye’de kızına hamile olduğunu öğrenmişti. 

İnsan dediğin böyle değil midir ? 

Hepsini bazen bir arada yaşar, üzüntü, yeni canın hayata katılmasıyla mutluluk, heyecan…


28 Yıl önce…


Raşit, İclal Türkiye’ye gittiğinden dolayı hüzünlü ve yalnız hissediyordu kendini. Mesaisi bittikten sonra eve gitmeden evvel mahallede bulunan birahaneye gidiyor, bir iki bira içtikten sonra eve yol alıyordu. 

Güneş saçlı karısı gözünde tütüyor, bir an önce yanına gelmesi için içinden Tanrı’ya yakarıyordu. Ancak o gece bir iki birada kalmadı, devamı geldi. Gece uzadı. Birahanenin garson kızı Barbara da ona bakıyordu. 

Biranın mı, başka şeylerin etkisi mi bilinmez bir an gözler kilitlendi.Birahane kapanana kadar bekledi Raşit. Barbara ile beraber çıktılar. Ne olduğunu tam da anlamadan ve bilemeden sabah kendini beyaz tenli Barbara’nın yanında buldu. 

O an, işte o an, içine bir ateş düştü, kalbinin tam ortasına. 

Büyük bir pişmanlık yükü omuzlarına çöküverdi. Büyük bir aşkla sevdiği kadına ihanet etmişti. Pişmanlık sabahın ilk ışıklarıyla ruhuna işledi. Adeta dövme oldu, ölene kadar ruhunda kalacak bir dövme. 

Belki onu sadece üçü bilecekti, Barbara, Raşit ve Tanrı, kim bilir? Bilinmez bu hayatta neler olacağı?


Raşit, derin bir pişmanlıkla İclal’in Türkiye’den dönmesini bekledi. Söylemek istedi ihanetini, pişmanlığını. Anlatmak istedi, beceremedi. Neyse bir gecelik bir kaçamaktı. 

"Ben bile ne olduğunu doğru dürüst anlamadım”, dedi içinden.


Zaman geçti, bir yıl bir olmadı. Barbara hastanede ve bir çocuk doğurmak üzeredir artık. Nihayetinde sağlıklı bir evlat dünyaya getirir. Doktorlar, prosedürün tamamlanması için babasının kim olduğunu sorarlar. Raşit’in ismini verir. 

Polis Raşit’in çalıştığı fabrikaya gider ve Ali Raşit’i hastaneye getirir. Ali Raşit konudan haberi olmayan bir garip Anadolu çocuğudur. Barbara; “Hayır bu Raşit değil” der. 

O anda o temiz Ali Raşit’in kafasında bir ışık yanıverir. 

“Sakın bu bizim amca oğlu Raşit olmasın” der?

Raşit’e haber verilir, hastaneye gelen Raşit, bembeyaz teni ve pembe yanakları ile annesinin yanında yatan oğlunu görür. 

Barbara, o geceden sonra hiç görmediği ve hamileliğinden haber de vermediği Raşit’i görür ve;

“Evet, babası bu” der.

Raşit, şaşkınlık içinde minicik parmaklara, o minicik bedene büyük bir hayranlıkla bakar. Ancak büyük bir endişe de sarmıştır bedenini. Bir yaprak gibi titreten bir korku. Güneş saçlı’dan ayrılma korkusu. Hem elaleme ne der?


Ancak bu olaydan Ali Raşit ve karısı da haberdar olmuştu. Ali Raşit polisler tarafından hastaneye götürülünce gerçek berrak bir su gibi ortaya çıkıvermişti. 

Raşit, hemen Ali Raşit ve yengesiyle bir görüşme yaptı. Onlara adeta bu olayı kimselere söylememeleri için yemin ettirdi. Bu sır ölene kadar siz ve benim aramda kalacak, dedi. 

Zaten gurbetin sızısıyla kavrulan bedenler bu teklifi kabul ettiler. 


Zordur aslında birinin sırrını saklamak. Boynunda bir pranga gibi taşırsın. Kurtulmak istersin oysa senin sırdan kurtulman demek başkasının felaketi olabilir. Felaketi o yaşamasın diyerek sen boynunda o acıyı taşırsın. Gün ve gün büyür. Bazen unutursun zannedersen, hiç akla hayale gelmeyecek bir şey sana o yükü hatırlatıverir. İçindeki muhasebe hiç bitmez. 

Ancak Ali Raşit ve karısı Zeliha bu sırrı taşıdılar, ta ki Raşit bu dünyadan göçene kadar. Belki de İclal o ödeme kağıtlarını bulmasa gerçek ortaya dökülmeyecekti. 


Ancak bazen olanın önüne geçemezsin. Hayat akar ve sen ona kapılırsın.

İclal’in aklından bir an neler mi geçmedi?

“Bu evrakları neden sakladı acaba?”

“Tamam tertipli adamdı ancak bunları saklamasa ben o çocuğun varlığından nasıl haberdar olurdum?”

“Aslında bana söyleyemediği gerçeği, bu kağıtları bulmamı sağlayarak söylemek mi istedi?”

Bitmeyen sorular, şüpheler. 

Sonra bir isyan ve haykırış. İçten, derinlerden gelen ancak bir türlü gırtlağından çıkmayan o ses.

“Bana bunu nasıl yapar?” 

“Banaaaa bunu nasıl yapaarrrr ?”


Zaman içinde gerçeği kabullendi İclal. Kalbi soğudu, merak üstün geldi. 

Acaba o çocuk ne oldu? 

Yaşıyor mu? 

Yaşıyorsa herhalde evlenmiştir bile, kızıyla yaşıt olduğuna göre. 

Ancak 11 yaşına kadar para göndermiş Raşit, sonra ne oldu? Çocuğa bir şey mi oldu acaba? 

Acaba onu bulsa yüzüne bakabilir mi ? 

Baksa Raşit’i mi görür? 

Raşit’e benziyor mu, yoksa o ruhu buz gibi olan Almanlardan mı?

Sonra her akil insanın yaptığını yapmaya karar verdi.

Ali Raşit ve Zeliha’ya soracaktı. Madem hikayeyi onlar biliyordu, belki çocuğu da takip etmişlerdir diye düşündü İclal.

İçinde binbir duygu çarpıştı. Bakmayın siz uzmanların dediğine, duygular sayılıymış, sayısı azmış. O anda İclal’in içinde hepsi bir cehennem ateşi yarattı. Öfke, kin, üzüntü. Ancak hepsinden baskını “merak” çıktı.

Bir ömür aynı yastığa baş koyduğu, kokusunu içine çektiği Raşit’in yatağını paylaşan kadını, onun çocuğunu merak etti.


Zeliha, gözleri önde, hüzün bulutu yüzünde anlatmaya başladı.

“Bizim haberimiz olduğunda, rahmetli Raşit abi bize yemin ettirdi, kimsenin bilmemesi, duymaması için.”

“İclal öğrenirse beni boşar” demişti Raşit. 

“Evlatlarımdan ayrılmak zorunda kalırım buna dayanamam” demişti. Oysa iki çocuğundan ayrılmak korkan Raşit, hiç babalık edemediği oğlundan bir ömür boyu ayrı kalacak, o hasret onun için her daim kavuracaktı.

Raşit bunu yıllar sonra fark edecekti. İçinde hep bir özlem, hep bir merak savrulup duracaktı hayat koşuşturmasında. 


Zaman içinde Alman anneden doğan çocuk büyüdü, 11 yaşına geldi. Onun varlığından haberdar olan ve onu uzaktan gören, seven Raşit duyduğu haberle bir kez daha sarsıldı. Evladının Alaman anası amansız bir hastalığa yakalanmış ve bu dünyadan göçüvermişti. Bir bilinmez daha. O evlat ne olacak? Ne yapacak? Kim bakacak ?

Binbir deli soru Raşit’in kafasında dolanıp duruyor. Bu düşünce, bir sel gibi, önüne geçen ne varsa akıp götürüyor. Geleceğe ait hayaller, düşler, mutluluk kırıntıları. Ne varsa önüne alıp götürüyor. 

Almanlar da insan sonunda, bu yetimin de yüzünü güldürecek bir hayırsever vardır. İşte o güzel insan, yetimin teyzesi oluveriyor. 

Bir Alman deniz subayıyla evli olan Helga yeğenini kanatları altına alıveriyor. Hep beraber yaşamaya başlıyorlar. Ancak teyze, olanlardan haberdar, Raşit’den nefret ediyor, onu görmek bile istemiyor. 

Derken, bu ölümün tez sonrası Helga’nın kocası görevli olarak Amerika’ya gönderiliyor. Alman subay, karısı, çocuğu ile birlikte baldızının oğlunu da götürüveriyor uzaklara. Artık Raşit’in bilinmeyen oğlu için yeni bir dönem başlıyor.


Raşit’in içinde kor ateşler hiç sönmüyor. “Hadi bir halt ettin, güneş saçlını aldattın, bari o pişmanlık dolu geceden oğlunu niye sahiplenmedin?” diyen iç sesi ile habire kavga ediyor. Hem zaten insan, en çok iç sesi ile konuşmaz mı ? 

Kimi vicdan der ona, kimi iç ses. Ancak insan en çok onunla konuşur. 

Aslında o iç ses ezer seni. 

Hele pişmanlıkların varsa hiç bırakmaz peşini, sürekli hesap sorar sana.


Ve Raşit bu dünyadan göçtükten sonra, o iç yakan gerçeği öğrenince İclal, sevdiği adamın başka kadından olan oğlunun Amerika’ya yerleştiğini öğrendi. Raşit evladını uzaktan takip etmiş, izini hep sürmüştü. 


Geçmişi anımsadı İclal. Ne zaman bir yetimin, öksüzün filmini izleseler Raşit’in göz yaşlarına boğulduğunu hatırladı. Hatta zaman zaman, abarttığını düşündüğünü ve bunu da kendisine söylediğini anımsadı.

“Telef ettin kendini yahu” derdi İclal.

Raşit, göz yaşlarını silerken “Ne yapayım çok duygulanıyorum bunları izlerken” der, işin içinden sıyrılmaya çalışırdı.


Zeliha ve Ali Raşit, Raşit’in bilinmeyen oğlu hakkında bilgiler verirken adını soyadını ve Amerika’da nerede yaşadığını da söylemişlerdi. Hemen bir kağıda not alıvermişti İclal.

Acaba onu internetten bulabilir miydi? Acaba Raşit’e benziyor muydu? Kafasında uçuşan bu deli soruları kızı ve oğluyla da paylaşmıştı. 

Oğlu Mehmet bu olaydan kısa bir süre sonra İclal’in yanına geldi. 

“Anne, sana bir haberim var” dedi.


“Oğlum son zamanlardaki haberler yeterince beni yordu, inşallah iyi bir haberdir” deyiverdi.

“Anne ben, Amerika’daki kardeşimizle facebook üzerinden mesajlaştım” dedi.

 “Mesajlaştım”, demişti Mehmet. 

“Demek karşıdan da cevap geldi”, diye düşüncü İclal.

Hem içinde müthiş bir merakla ancak umursamaz görünen bir tavırla sordu İclal;

“Ne yazdın, ne cevap verdi?”

“Anne, öğrendiğimiz gerçeği yazdım. Aslında kardeş olduğumuzu, bunu ancak babamın ölümünden sonra öğrendiğimizi yazdım. O da bana, babamı 11 yaşından sonra hiç görmediğini, nasıl biri olduğunu çok da hatırlayamadığını yazmış. Yıllarca tek çocuk olarak büyümüşken, iki kardeşinin varlığından son derece mutlu olduğunu da yazmış. Eğer kabul edersek, bizimle görüşmek istiyor” dedi Mehmet.

“Babasız büyümüş bir çocuk. Baba hasretiyle yanmış bir çocuk.Üstelik 11 yaşında annesini de kaybetmiş. Hem anasız, hem babasız büyümüş.” İclal’in aklından hemen geçiverdi bu cümleler. Anne yüreği derler ya, bu işte.

“Tamam oğlum, iyi yapmışsın” deyiverdi. Ağzından bu kelimelerin nasıl döküldüğüne de şaşıverdi.

“Ha! anne, bir de şunu yazmış. Bu yaşananlar kimsenin kabahati değil. Bu yaştan sonra kardeşlerini bulmayı hayatın bir hediyesi gibi gördüğünü yazmış. Sana da selamını iletmiş” dedi Mehmet. 

“Sağ olsun” dedi İclal.

Gerçekten onun sağ olmasını ister miydi, yoksa bu lafın gelişi miydi, bilemedi İclal.


Zamanla İclal’in Raşit’e olan kızgınlığı, hasreti yavaş yavaş küllenmeye başladı. Başta isyan eden, kabullenmeyen İclal, sonra olanları kabul etmeye çalıştı. Başardı da. 

Kendisine yıllarca eşlik etmiş, iyi yürekli, çocuklarına şefkatli babalık yapmış Raşit’i düşündü, onu içtenlikle affetti. Kolay olmadı bu tabii. 

Ancak affetti.

Her Türkiye’ye gelişinde mutlaka Raşit’in mezarını ziyaret etti, çiçekler bıraktı. Ruhuna dualar okudu. 

Çocuklar, artık üç kardeşler. 

Mesafeler uzun olsa da onlar yıllar sonra kavuşmuş üç kardeş artık. Biraz buruk, çokça memnun üç kardeş.

Pazar, Mayıs 10, 2020

Hayattan Öğrendiklerim - I

Büyük usta Ataol Behramoğlu’nun harikulade şiiri “Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” ı tekrar okuyunca aklıma bir sürü düşünce üşüştü. Şunu fark ettim; yaşım elliye yaklaştıkça hayattan öğrendiklerimi düşünmeye daha çok başlıyorum. Bununla beraber düşündükçe de bunları paylaşma ihtiyacı hissediyor insan. Hayattan bir çok ders aldım ve almaya devam ediyorum. Olayların, kişilerin üzerinde uzun uzun düşünme ve değerlendirme şansım oluyor. 
Bu yazımda, son zamanlarda öğrendiklerimden olan ancak, bende uzun süre etkisi olacak bir sözden bahsetmek istiyorum. Okuduğum ve etkilendiğim söz şu oldu.
“Zaman armutları olgunlaştırır insanları değil”.
Ne kadar damıtılmış ve doğru bir söz. Bunu okuduktan sonra bu gözle etrafıma tekrar bakmaya başladım. 
Çok doğru, zaman insanları olgunlaştırmıyor. Bizi daha olgun, daha anlayışlı yapan şeyler yaşadığımız deneyimler oluyor. Bunlar da genellikle acı tecrübeler oluyor. Yaşadığımız her olay sonrası bir öznel muhakeme yaptığımız zaman, “bunda benim payım neydi?” diye düşündüğümüz zaman gerçek bir gelişim, olgunluk yolculuğu başlıyor. 
Gerçek bilge kişilerin merhametli, saygın, kıymeti bilinen kişiler olmasının ardında, kendilerini yönetme becerisi ve çevrelerindeki ilişkiyi yönetme becerileri olduğunu görüyorum. 
Şunu da çok iyi biliyorum; hayattan herkesin öğrendikleri çok farklı, çok değişken. Çünkü yaşadıklarımızı değerlendirirken “değerlerimiz” esas faktör olarak ön plana çıkıyor. 
Mesela değerlerimiz arasında maddiyat ön plandaysa ve eğer bir ticari ilişkide zarar görüyorsak “Babana bile güvenmeyeceksin” çıkarımı yapıyor ve bunu hayatta öğrendiklerim arasında ön sıralara koyuyoruz. Bu bağlamda etrafımızdaki tüm kişilere güvensiz bir yaklaşım gösteriyoruz. Bu da mutsuzluk ve huzursuzluğu beraberinde getiriyor.
Ancak “paylaşmak” değerlerimiz arasında güçlü bir yer alıyorsa bunu gerçekleştirmek için fırsat arıyor, dar zamanlar, bol zamanlar gözetmeksizin yardım ellerimizi uzatmak için imkanlar yaratıyoruz. Bu da hayatımızı daha üretken ve bereketli kılıyor. 
Değerler konusu bir sonraki yazının konusu, şimdilik kalın sağlıcakla :)

Çarşamba, Şubat 12, 2020

Kız Çocuğunun Göz Yaşları

Kocaman camlı gözlüklerinden ardında, hafif çekik gözlerinden akan, minicik dere gibi gözyaşlarıyla yutkunarak şu sözler döküldü ağzından;
  • Ben seni çok seviyorum. Hatta, hayatta herşeyden çok seviyorum. Bana, babanı düşünmüyorsun demen beni çok üzdü, ağlamamı durduramıyorum. Oysa ben, hep seni düşünüyorum. İş seyahatine gittiğinde, senden uzak kaldığımda hep aklımda sen varsın," dedi. 
Bunları 14 yaşındaki kızından duyan babanın boğazında kelimeler kör düğümler gibi sıralandı. Ne yutkunabiliyor, ne bir söz söyleyebiliyordu. Öfke; o, tadı acı gibi gözüken ancak, tatlı öfke, kaplamıştı zihnini ve o sözler dökülüvermişti ağzından. Oysa karşıdan gelen bu yumuşacık, sevgi dolu sözler nasıl da yatıştırmıştı kalbini. O azgın öfke kalbin kıyısına artık bir narin dalga gibi vuruyordu.
Birden baba yıllar önceye döndü. Doğumun hemen sonrası, ilk babalık heyecanı. Müşterilerinden, babacan biri telefon edip tebrik etmiş ve sormuştu;
  • “Hayırlı olsun kız mı erkek mi?” 
  • “Kızımız oldu”
  • “Ooooo, ne şanslısın, kız evladı başkadır. Babaya düşkündür, evlense bile eli hep ailenin üzerinizdedir, hayırlı olsun, ömrü bereketli olsun,” demişti.
Kız çocuğu. Ne muhteşem bir şey kız babası olmak, diye düşündü. Yudum yudum içersin sevgiyi, ilgiyi. Dünya bir yana, kızın bir yana oluverir. Üzerine titrersin. Geceleri top patlasa duymayacak adam, bir anda tilki uykusu uyumaya başlar. Kızı gece üstünü açtı mı diye kalkmaya başlar, açmışsa yorganını usulca örter. Sonra Peygamberin o kutsal sözünü hatırladı; “Evlat kokusu cennet kokusudur” diye. 
Evladının gece uykusunda kokusunu içine çekerdi. Sanki ömrüne ömür katıyordu o koku, o duygu.
Sonra Yaşar Kemal’in ortada dolaşan sözünü hatırladı; “Bu ülkede dört şey olmayacaksın; kadın, çocuk, ağaç ve hayvan.” Ürperdi baba bunu hatırlayınca. Bir anda kendini o gaddar erkek insan profili ile aynı komunda olmasından endişe etti. Hem şiddet sadece fiziksel midir, sözlü şiddet fiziksel şiddetten daha mı azdır, diye aklından geçiverdi. Nice sözler vardır hatırladığımız, sevdiklerimizden duyduğumuz ruhumuzu kanatan. Baba paniğe kapılmış halde düşündü; “Ben de kanattım mı evladımın ruhunu? Ben de onda onarılmaz bir yara açtım mı acaba ? Düşündü, üzüldü, pişman oldu sözlerinden.
Hangi şey bir kız çocuğunun gülüşünden daha değerli olabilir ki ? Hangi ödül onun sevgisinden daha anlamlı olabilir ki, diye düşündü. Haykırdı içinden, kızdı kendine. 

Ey babacık, o zaman o öfkeni kontrol edeceksin. Hiçbir zaman kızını kırmayacak, özenli olacaksın, o zaman hayatın daha aydınlık ve bereketli olacak. O hayatına ışık gibi doğan kız çocuğu da senin sevgin ve ilginle daha çok parlayacak, sen ona her baktığında “o benim çocuğum diye” gurur duyacaksın.